22 Mart 2012 Perşembe

Sadelik

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:53 | 3 comments

Günümüz yaşantısı için uzun sayılabilecek, on beş günlük yurtdışı seyahatinden döndüm. Gitmeden evvel her günümü buradan size yazmaya karar vermiştim ama nerdeee? Buralardan koptum sanki Mount Abu-Maduban’da, Hindistan’da geçirdiğim günlerde. Ne kızım, ne kocam, ne sorumluluklarımla ilgili en ufacık bir endişe, tasa bile taşımadım içimde. Sadece o yüce olan enerji, yüce ışık kaynağı, Tanrı ve ben vardık daha doğrusu Tanrı, ben ve kalpten kalbe sohbetlerimiz.
İstanbul ‘da Brahma Kumaris Kişisel Gelişim ve Meditasyon Derneği’nin bir öğrencisiyim ben. Brahma Kumaris ve öğrendiğim meditasyon tekniği Raja Yoga bu gittiğim yerden yayılmış tüm dünyaya. Sadece Hindistan değil ama her memleketten insanların akın akın geldiği bir yer olmuş zamanla. Ahmedabat havaalanından, ilk dört saati dümdüz bir ova içinde uzanan dört şeritli bir otoban ve son bir saati ise iki aracın yan yana zor geçtiği virajlı dağ yolu olmak üzere, toplam dört buçuk saatlik bir araba yolculuğu ile ulaşılıyor Madhuban’ a. Dağ yoluna girildiği anda etraf değişiyor. Mevsim dolayısı ile yapraksız olan ağaçlar, kocaman bir dev onların gövdesine yapışıp köküyle çıkartmış, bir silkeleyip kökündeki toprakları üflemiş, temizlemiş de tersinden gerisin geriye toprağa yeniden dikivermiş hissi uyandırıyor. Dağın yamaca bakan tarafında yol kenarına betondan koydukları koruyucuları maymunlar gelip geçeni seyretsin, biz onlarla onlar da bizimle eğlensin diye koymuşlar sanki. Bir saatlik dağ yolculuğunun sonuna doğru tabiat yine değişiyor, yapraksız ağaçların yerine kocaman, içlerinde doğal oyuklar olan siyah gri renkteki kayalar ve aralarından fışkıran yeşilliklerle birlikte büyük palmiye ağaçları dolduruyor etrafı. Çöl ortasında bir vahaya düştüğünüzü zannediyorsunuz çünkü o uzun palmiye ağaçları hiç beklenmedik bir biçimde karşılıyor sizi. Neşe’nin ‘geldik kardeşler,son beş dakika’ demesiyle arabada uyuklayan herkesin gözleri fal taşı gibi açıldı ve kalacağımız yerin büyük demir kapısından girdik içeri. İstanbul’un soğuk kış günlerinden sonra kemiklerimizi ısıtacak güneş altında her köşenin rengarenk çiçeklerle süslendiği Gyan Sarovar’daydık. Buraya onbeş dakika uzaklıktaki ilk yerleşim yeri olan Pandav Baven, Hintli vatandaşlardan başka artık yabancıların da gelmeye başlaması ile yetmez olunca inşa edilmiş bu kampüs. Kalacağımız odalar beli olup kayıtlarımız yapılınca, ağızları kulaklarında, aralarında sürekli kıkırdayan iki Hintli çocuk bavullarımıza yardım edip bizi odamıza kadar götürdü. Daha Hint parasının değerine vakıf olamadığımız için ne kadar bahşiş vereceğimizi tecrübeli grup liderimiz Neşe’ye sorduk. Hiçbir şey vermemize gerek yoktu çünkü oradaki herkes sabahın köründe çalışmaya başlıyor, akşamın bir vaktine kadar ve bunu gönüllü olarak hiçbir karşılık beklemeden hizmet adına yapıyor. Nevasi deniyor orada yaşayanlara. Maduban nevasi.
Kampüs tepenin yamacına kurulduğu için kalacak odalar set set yerleştirilmiş ve bölümlere göre isim verilmiş. Rajrijibaven’da fazla merdiven inmemize çıkmamıza gerek kalmayan,kocaman terası karşı tepedeki yeşillikler ve zirvesinde bize selam duran simsiyah kayaya bakan, 55 numaralı sekiz yataklı odayı verdiler bize. Yatak dediğim somya ve üzerinde serilmiş kalın olmayan sert şiltesi. Dönüşte yanıma almamak üzere gözden çıkardığım eskilikte, evden taşıdığım çarşaflarımı serdim üzerine. Odada sekiz kişiye iki banyo düşüyordu ve her ikisinin içinde tuvaleti, yıkanmak için musluk ve altında kovası, maşrapası(duş yok, eski anneannelerimiz usulü),minik bir lavabosu, şampuanlarımızı koyacağımız ve sabunumuzu koyacağımız duvara monte edilmiş mermer iki raf ve kapı arkasındaki askılık var sadece. Eski ama temiz bir banyo. Beklediğim fazlası da değildi zaten. Herkes kendine uygun konumdaki yatağı aldı, duvara yerleştirilmiş gömme dolapları da bölüştük, bavulları da yatakların altına ittik. Otuz saat uykusuzluğa rağmen kimse dinlenmeye hevesli olmadı, bir an önce kendimizi dışarı atıp nasıl bir yere geldik onu görmek istiyorduk. Bizim yerleşmemiz bitince odamıza dört Rus hanım daha geldi. Orada kaldığımız süre içinde birtek kelime Rusca bilmeyen biz ve bir tek kelime değil Türkçe İngilizce dahi bilmeyen Rusların anlaşmasını görmeniz lazımdı. Sihirli bir şekilde herkes kendi lisanında konuşmasına rağmen odamızı paylaşıp kurallarımızı belirledik. Kampüste beyaz kıyafetler giyiliyor,yani kurta, bizler ilk defa oralara gidenler olarak eksiklerimiz vardı ve tamamlamak için alışveriş yapabileceğimiz tek dükkana gidip ortama uyum sağlamak üzere alacaklarımızı aldık. Her dilden konuşan, her renk, her yaştan insan var gelenler arasında. Dilini konuşmadığın onca insanla kurallara uyduğun sürece, bu oranın kuralları olabilir ya da alçak gönüllülüğün, güler yüzlülüğün, iş birliğinin yani doğal insanın kuralları olabilir anlaşmak hiç de zor olmuyor.
Orada ilk gözüme çarpan ve kaldığım süre boyunca doya doya yaşadığım ‘basitlik’ oldu. Yaşamak için aslında ne kadar da az şeye ihtiyacımız var. Biz insanlar hayatı kendimiz karmaşıklaştırmışız. Dolaplarımız doluyor taşıyor, her sene yazlık kışlık yaparken bir sürü eşyayı ihtiyacı olana veriyoruz, eskimemiş ama kıyıp veremediğimiz bir o kadarda giyeceğe sahibiz oysaki en az beş yıldır kullanmamışız onları. Belki modası yeniden gelir de kullanırız di mi?, ancak günümüz üreticileri o kadar uyanık ki asla aynı çizgiyi getirmiyor geriye. Paça bollaşıyorsa bel biçkisi mutlaka eskisi gibi olmuyor. Yani giden moda aynı geri gelmiyor. Orada dört tane kurtam vardı, birisini Londra da BK merkezlerinden birinde yaşayan ve sürekli bu kıyafetleri giyen bir arkadaşıma hediye ettim, yani üç kurtayı yıkadım yıkadım giydim. Çamaşırlarımızı elde yıkadık. Yıkatabileceğimiz yer vardı ama ben foşur foşur, kovada sıcak suları ve köpükleri attıra attıra elde yıkayıp, iki saatte güneşte kurutma lüksünden faydalanmak istedim. Bunları yazarken Murat’ın dolduruşuna gelip aldığım, kendime de çok yakıştırdığım siyah deri elbisem aklıma geldi. Bir kere bile giymedim onca para verdiğimiz elbiseyiJ .
Sadelik üzerine biraz düşünmek gerekiyor, sadece giydiklerimizde değil, ev eşyalarında değil, aklımızda, ürettiğimiz düşüncelerimizde, yediklerimizde de sadelik..Ne çok yükümüz var değil mi?
Devamı varJ

16 Şubat 2012 Perşembe

Sana gül toplamak istedim bu sabah ama

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:41 | Yorum Yap
SAADİ’NİN GÜLLERİ
Sana gül toplamak istedim bu sabah ama
O kadar fazla gül doldurmuşum ki koynuma,
Koptu esvabımın düğmeleri birden bire.

Havaya dağıldı topladığım bütün güller;
Hepsi rüzgarla savrulup, denize gittiler;
Sularda, bir daha geri dönmemek üzere.

Tutuşmuş gibi, kıpkırmızı oldu dalgalar.
İşte esvaplarımda hala gül kokuları var..
Gel, duy o kokulu hatırayı, üzerimde

*Marcelin Desbordes-Valmore(Türkçesi Orhan Veli Kanık)

Bir arkadaşımın annesi ile bu aralar kitap alış verişinde bulunuyoruz. Daha doğrusu ben bir kere veriş yaptım, şu an hep alış durumundayım. Dengeyi tutarız inşallah. Arkadaşım en son kitabı bana verirken ‘bu senin okuyacağın bir kitap değil ama annem illaki yolladı’ dedi. Gelen kitap Şafak Pavey’in en son yazdığı Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir kitabı. Yıllar evvel geçirdiği kazayı duyduğum günü hatırladım. TV başında gözlerimden yaş çıkarak annesini ve genç bir kızın değişecek hayatını düşünmüş, her ikisi içinde dua etmiştim. Daha sonraki günlerde gazetede, protez bacağı ve kolu takıldığında çıkan fotoğraflarında yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmam.. Hala her yerde aynı güzel gülüşü var. Sanırım o başına ne gelirse gelsin üstesinden gelmiş olmak la eğleniyor. Ben de eğitiminin, evlatlığının ve Türk kadınlığının hakkını verdiği için onunla gurur duyuyorum. Siyasette de ses getiren gerçek projelere imza atmaya devam edeceğinden eminim. Ya işteJ Şafak’la bu yakınlığımı bilmeden Mehlika Teyzem ısrar etmiş bu kitabı bana gönderme konusunda. Hemen okudum, hem de karşılıklı kahve içerken soluksuz anlattıklarını dinler gibi. Hem güldüm hem de duygulandım. Yazılarını takip ettiğim bir arkadaşım,(Meltem Ünsal-Meltem’le yolculuk) birkaç gün evvel, Türkiye’de devlet kurumlarında çalışan kadınlarla ve kadın hakları ile ilgili yazısında şuan ki zihniyete isyan ediyordu. Tam da onun üzerine, Şafak İran günlerini paylaştı benimle. Ben yine bu genç kadına dua ediyor ve ona Allah’tan her zaman güç diliyorum. Yakınlığımız devam edecek eminim:-)
Bu arada yukarıda paylaştığım şiir de onun kitabının son sayfasıydı. Bir şekilde dokundu içime.
Okuduğum yazılardan birisinde arada sırada başkalarına sorun, sizi nasıl gördüklerini, hazırlıklı olun ve bunu bir hediye olarak kabul edin diyordu. Geçenlerde yapmaya karar verdim ve sevgili anneme beni nasıl görmek istediğini değil ama nasıl gördüğünü yazmasını rica ettim. Genelde ‘kestane kebap acele cevap’ sözünün timsali annem bana iki gün sonra cevap yazdı. Üzerinde düşündüğü zarif yazısı için teşekkür ediyorum. Kendimle ilgili tespit ettiğim ve sevmediğim ne varsa oturmuş yazmış. Değişim konusunda umut vaat ediyorum bilesin anne..
Değişimden laf açılmışken, dönüşüm koçluğu yapan arkadaşımla çalışmaya başladığımı yazmıştım. Bu çalışma enteresan gidiyor. Birkaç sohbet, tespitlerle geçti. Değerlerim, güçlü yönlerim, zayıf yönlerim ve ardından gelen sorular..Güzel olan şu ki her sohbet (seans yani) sonrası cebime kazandıklarımı koyuyor ve ayrılıyorum. El yordamı ile loş ışıkta bulmaya çalıştığım şey için sohbetlerde çıt diye bir ışık yanıyor ve cevaplar gözümün önünde beliriyor. Ayrıca önemli bir gelişme şu ki; beynime kazılan ve asla yaratıcı olmadığım ile ilgili düşüncemi sildim gitti. Sohbetlerimizde durumla ilgili çizdiğim resimler ve hayal gücüme hayran oldumJ

Geçen hafta uygulamaya çalışsam da yapamadığım bir şey var. Bir süre telefonsuz yaşamak istiyorum. Bugün, bu bir sürenin başlangıcıydı. Kapattım telefonumu ve özgürce bir İstanbul günü daha yaşadım. Önümüzdeki günlerde bir grup arkadaşımla gideceğim seyahat için sabah Taksim’de vize işim vardı, pasaportları da akşama almam gerekiyordu. Yani bütün bir günü tek başına ve dilediğim gibi geçirme şansı. Bu şansı iyi kullanmak için plan yap, di mi? Yok! Yapmadım. Başladım yürümeye, neresi bana göz kırparsa oraya oturup kitap okumaya karar vermiştim.Yürüyorum, bakıyorum, soruyorum kalbime.. her seferinde ‘cık!’dedi. E hadi ama üşüdüm derken kalbimin onayladığı levhayı gördümJ Galata Mevlevihanesi Müzesi. Yeşo’cuğum vallahi seninle de bir daha giderim. Geçen sene restorasyonunun bittiğini duymuştum. Eski halini bilmiyorum ama müze biraz fazlaca yenilenmiş. Tuvaletleri ise bir felaket. Her neyse, içinde harika vakit geçirdim. Müzik aletleri bölümü ilgimi çekti çok. Hande’nin blogun’da ‘yeni ne öğrendim’ bölümüne  konu olabilecek mi bilmiyorum ama kös kös oturmak nereden gelmiş çözdüm. Kös, mehterin en büyük ve en çok ses veren çalgılarından bir tanesi. Kocaman bakır çerçeve üzerine sıkıca gerilmiş derilerden yapılan davul. İki tane oluyor ve atın, devenin iki yanından sallandırılıp öyle çalınıyor. Sergide iki tane kös kös oturan kös vardıJ Şanssızlık bu ya, elektrik kesilince zaten soğuk olan müze daha da soğudu, Allahtan karanlık olan alt tarafı gezmiştim, üst bölümü ise perdeleri açmalarını rica ederek dolaşıp, sıcak olmasını ümit ederek Pera Müzesi’ne gitmeye karar verdim. İliklerime kadar ısındığım Pera’ da Kuzguncuktan, Anadolu Hisarına kadar eski boğaz manzaralarının fotoğraflarının yer aldığı bir sergi vardı. En sevdiğim bölgedir burası, geçenlerde sahil yolundan sapıp tepelerde de dolaşma fırsatı bulmuştum. İstanbul çok güzel. Neyse, fotoğraflardaki yerlerin neresi olduğunu kestirmeye çalışarak keyifli saatler geçirdim ve günü müzenin kafesinde noktaladım. Kesinlikle öneriyorum, yolunuz Pera’ya düşerse lezzetli ve pahalı olmayan bir yemek yiyebilirsiniz.

Bugün yine rotayı ayaklarım, gözlerim ve kalbim tutturdu. Kalp girerse işin içine ne güzel olmaz ki.
Hepinize telefondan özgür ve rotayı kalbinizle çizdiğiniz bir gün diliyorum:-)

28 Ocak 2012 Cumartesi

Duyarak büyüdüğümüz sözler

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 00:43 | 4 comments
Hepimizin annelerinden babalarından, büyükannelerinden büyükbabalarından duyarak büyüdüğü sözler var. O zaman ne anlama geldiğini belki bilemiyoruz ama hepsi bir tohum gibi kafamıza ekilip bizim karakterimizin oluşumuna katkıda bulunuyor ister istemez. İyi tohumlarda var, kötü tohumlar da ekilen içimize. Biz ise şimdilerde iyi tohumların meyvelerini yiyor, kötülerin meyvelerini temizlemekle uğraşıyoruz. Annemin ektiği iki tohumdan bahsedeceğim, ki bugün ben de aynı şeyleri söylüyorum çocuğuma.

Sadece korktuğum için ya da istediğim bir şeyi elde edemeyeceğimi düşündüğüm zaman ağladığımda, “GÖZ YAŞLARINI ZİYAN ETME” derdi. Bu aslında basitçe, “daha bir şey olmadan hemen ağlama, dur bak bakalım belki de ağlaman gerekmeyecek ve işler istediğin gibi gidecek ne biliyorsun?” diyordu bana. Derinde neler diyor? Birincisi önyargısız ol, bir işe başlarken her zaman olumlu düşün ve seni alıkoyan ego’ya kulak asma diyor. Daha bir şey olmadan bu endişeleri, yani gereksiz düşünceleri yaratırsan bunlar akıl süzgecini tıkar o zaman doğru karar veremezsin diyor. Hayatını ağırlaştıran gereksiz korkular, endişeler duyma, içinde bunları yaratma diyor. Şimdi korkusuz bir cengaver miyim, yok tabi ki değilim ama bir olay olduğunda oturup kendime kızmak, hayıflanmak, kendim için ağlamak yerine, çare arayan, ders alan ve düzeltmeye gayret eden bir kişiliğim var. Tabi ki herkesin başına geldiği gibi benimde kendimi çok kötü hissettiğim, gerçekten bir şey olduğu ve ağladığım, kendimi çaresiz ve dipte bulduğum zamanlarım oldu. İşte çok fazla diplerde kalmadan, ağlamayı kesip yeniden yukarıya çıkmamı sağlayan diğer tohum söz de şudur. Bunu sevgili anneannemden de çok duydum. YERE DÜŞSEN BİR AVUÇ TOPRAKLA KALKARSIN. Bu sözü resim olarak canlandırırdım gözümde hala da öyle yapıyorum. “Çok kötü duruma düşsen bile ayağa kalktığında elinde yanına kar kalan bir şey var” demek. Düşündüğümde bu “bir çare vardır” diyen ses oldu bana ve diplerde çok da uzun kalmadım ben. Bugün çoğumuz, yaşadığımız her düşüşten ders alıp yeni bir yolda umutla devam ediyoruz, bunu bana çabucak hatırlatan tarafım bu tohumdan geliyor sanırım. Üstelik şimdilerde gözümde canlanan resimde, sadece düştüğümde kaptığım toprak değil, kalktığımda elimde tuttuğum içinde yeşermiş birçok filiz barındıran toprak var. Bu tohum lafta geçen “toprak” hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok derin, başka zamanın sohbeti olsun, ya da sessizce kendi başımıza düşünelim..

Bana yazar mısınız, "sizin tohum laflarınız" ne? Büyüklerinizden size geçen, kişiliğinizi şekillendiren? 


19 Ocak 2012 Perşembe

Bu sabah Taksim

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:08 | 4 comments
Bu sabah Taksim gözüme ne güzel geliyor. Hava buz gibi, etraf gri ama o kadar aydınlık ki, güneş bulutların arkasında, sadece ışığı var, ha çıktı ha çıkacak. Meydana bakan Simit Sarayındayım. Sıcak çay ve beyaz peynir, domatesli simidim. Buraya gelirken kendimi nedense, yurtdışında bir şehirde hissettim. Bunun nedenini düşündüm, sanırım oralara gittiğimizde her şeye dikkat edip içimize sindirme isteği oluyor, bugün ben de gördüğüm her şeyi içime sindirmek istiyorum. Koca Taksim meydanı, acaba adı neden Taksim Meydanı? Vikipedi de şöyle yazıyor : Osmanlı döneminde, civar semtlere su dağıtmak için şu an Taksim Meydanı olarak bulunan bölgeye bir su deposu yapıldı. Depolanan suyu da dağıtmak, yani taksim etmek için küçük bir yapı, yani maksem yapıldı. Meydan, adını, eskiden Galata-Beyoğlu suyunun "taksim edildiği", Taksim Maksemi' nden almıştır.  Karşımda Aya Triada Rum Ortadoks Kilisesi, aralarda kaybolmuş, dıştan çok büyük, içini çok merak ediyorum. Belki bir gün gezmek nasip olur.
Bu sabah neden buradayım. Geçtiğimiz hafta yaptığımız kültür turu beni çok etkiledi. Dolaştığımız sergilerden birisi fotoğraf sergisiydi. Bashir Barlakov-Meksika Rüyaları-Pilot Sanat Galeri. Değişik bir çalışma görmek isterseniz gidin derim. Bu sergide yaşanmış bir hikayenin ( Troçki, Meksika daki sürgün hayatı, aşk, kin, politika ) dijital tekniklerle resmedilmesi vardı. Fotoğrafçılık deyince aklıma hemen Cüneyt gelir, sanırım fotoğraf tutkusu ile dünyanın değişik yerlerine fotoğraf çekmek üzere gidiyor olması beni etkileyen şey.Kenya bunlardan biri, ne macera. Bu arkadaşıma hevesle gezdiğim sergiyi anlattım. O da bana henüz kendisinin gezmediği Halim Kulaksız’ın Döngü konulu sergisini tavsiye etti, konuya tutuldum ve işte bu sergiyi gezmek için buradayım. Bazen her zaman yaptığımız şeylerin dışında bir pencere açıp taze hava almak iyi oluyor. İnsanı gülümsetiyor. Bugün benim için taze hava, bu sergi oldu. Şimdi Arzu’nun sesini duyar gibi oldum ‘sen kalk sabahın körü Taksime sadece bir fotoğraf sergisi dolaşmaya git, manyaksın sen’ . Dua et Arzu’cum bu sabahın köründe kalkıp buralara gelmekle kalsınJ
Çocukların, balıkçıların, selamı var dalgaların, öp dediler gözlerinden bir kerede benim için. Nerdeysen her kimleysen…Vayy Tarkanım vayJ
Sevgiyle kalın dostlar.

10 Ocak 2012 Salı

Ben bir ressamım..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:31 | 4 comments
Sevdiğim bir arkadaşım kendisine çok yakıştırdığım bir işi yapmaya başladı. Koçluk yapıyor ve yaptığı koçluğu da ‘değişim koçluğu’ olarak adlandırıyor. Kendimle ilgili değiştirmeye çalıştığım, eski üstüme yapışan ama aslında ben olmadığıma inandığım alışkanlıklarım üzerinde düşünüp, çıkar yollar ararken ne de güzel denk geldi ve dün ‘hadi birlikte çalışalım’ dedik.
Dedik ama nasıl bir şey olacağını bilemedim önce, açıkçası arkamdan bir şey dürttü, ne kadar yakın arkadaş olursam olayım o kadar özel duygularımı, zayıflıklarımı, ne kadar doğal bir insan olduğuma inansam da oluşturduğum maskelerimi, egomu şimdi kendimden ayırmam kenara bırakmam gerek diye düşündüm. Bu kolay bir şey mi? Zamanın akışını hissedip, ayağına geleni şans sayıp, gülümseme ile devam edince kolay sanırım. Başlamak ve bitirmek benim elimdeyken denememek kayıp olur dedim ve bu düşünceyle akşamüzeri buluştuk. Bu buluşmaya seans deniyor. ( Bu benim hızım mı yoksa ‘koçum arkadaş’ımın hızımı? : Denk geldi denkJ)
Bir buçuk saate yakın sürdü seans. ( Bak yazarken fark ettim ben buna seans demeyeceğim, seans lafı bu sohbeti ‘koç-danışan’ ilişkisinden uzak yere koyuyor,  buna sohbet diyeceğim. Seans lafını kullanırsam, girdim çıktım bitti hissi, sohbet lafını kullanırsam geriye kalan güzel bir tat hissi oluyor içimde) Sohbetimizde kendimi hiç de yukarıda saydığım gibi rahatsız hissetmedim. ‘Koç arkadaş- Danışan’ da değildik, ‘koç-danışan’ dık o süre içinde . Şimdi elimde ben konuşurken sarf ettiğim birçok kelime, önemsediğim değerlerim ve beni aşağıya çeken o iç sese karşı kullanacağım bir cümlem var. Devam eden zamanlarda ortaya çıkacakları hevesle bekliyorum.
Ben şimdi; kocaman duvar büyüklüğünde bir tuval aldım, bir ressamın duyduğu hevesle geçtim karşısına. Şimdi renk renk boyalarımı seçiyorum, fırçalarımı seçiyorum.( Seçiyorum çünkü aklımın alabileceği her renk ve her çeşit fırça var,istediklerimi kullanacağım) Sevdiğim şeyleri resmedeceğim o tuvale, engin bir deniz, o sert dalgalara dayanan deniz fenerim, ailem, arkadaşlarım, yemyeşil bereketli topraklar ve o sonsuz kaynak Güneş..
Tuvalimi boyarken, beni dinlemek isterseniz burada buluşuruz yineJ

4 Ocak 2012 Çarşamba

Sessiz kalabilmek

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:13 | Yorum Yap
Bir arkadaşımı tweet atmış ve ‘Hızlı başlayan bir gün, hıza ayak uydurmak zorunda değilim, günü yakalamak zorunda değilim’ demiş. Bugünlerde aldığımız her nefesin bile farlına vararak yaşamanın üzerinde düşündüğüm ve bunu doğal halim durumuna getirmek için çabaladığım şu günlerde kendisine hevesle ve bilgece hemen cevap yazdım. ‘Günü mü, gündemi mi? Gündemi boş ver ama günü yakalayınca ohh diyorsun, yani ben böyle yapıyorum’..Gelen cevap şöyleydi: ‘Sen daha iyisini yapıyormuşsunJ
Evet, ben o an için daha iyisini yapıyorum da her zaman bunu yapabiliyor muyum? Ne günü, ne gündemi yakalamak istemediğim zamanlar olmuyor mu? Tabi ki oluyor. Heyecanla yazdım o cevabı ben, neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemek değildi niyetim. Gelen cevap karşısında içimde birden bir sessizlik oldu. Demek ki arkadaşım hem heyecanımı hem de niyetimi anlamıştıJ . Duygularını her kimse benimle paylaşan, arkadaşım, çocuğum, eşim, annem.. benden zaten bildikleri şeyleri duymak istemiyorlar ki, sadece onları anlamamı bekliyorlar. Niyetim hep sevdiklerimin yanında olmak benim ama bunu ifade şeklimi değiştirmeliyim. İşte üzerinde düşünüp değiştireceğim bir yönüm daha.
Daha sessiz olmalıyım.. Tıpkı Alp’in bana gönderdiği cevap gibi.. Sessizlikte cevaplar çok daha kolay geliyor.Sessizlikte an daha kolay yakalanıyor..Teşekkür ederim Alp.

Sayfa Görüntüleme