16 Nisan 2012 Pazartesi

Başrol Oyuncusu ve Yönetmen

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 11:50 | 6 comments

Perşembe akşamı havaalanındayım. Etraf bir kalabalık. Amsterdam’dan gelen uçağın tahmini varış saati 00:12 demek ki bir buçuk saat rötar var, demek ki tarih artık 12 Nisan değil 13 Nisan olmuş olacak uçak indiğinde..
Dış hat gelen yolcu tarafında Cafe Nero açılmış, rahat bir koltuk buldum, ağzım kulaklarımda, içim pırpır, kahvem elimde, uzattım ayaklarımı, açtım kitabımı vaktin geçmesini bekliyorum. Gözlerim kitabın satırlarında dolaşırken aklım gerilerde. Geçmişten fotoğraf kareleri dökülüyor sayfalara, dönüp dönüp tekrar okuyorum anlayamadığım cümleleri. Yok yok, mücadele etmek gereksiz bıraktım satır aralarına sıkışan fotoğraf karelerini artık tatlı tatlı akıyor benim başyapıt filmim. Senaristi ben değilim ama yönetmenliğini yapıyorum. Bir anda dudaklarım büzülüp, tek kaşım havaya kalkıyor. Acaba? Sahiden yönetmenlik yapabildim mi hakkıyla? Hiç sanmıyorum oyuncu o kadar güçlü ki, kendi oyununu çıkarmış hep. Filmin yönetmenliğini o yapmış aslında, ben sadece ona 18 yıl boyunca gerektiğinde destek olmuşum. Kendini öyle güzel ifade etmesini bilmiş ki, unuttuğunda ya da yetişemediğinde arkasından boşlukları doldurmak kalmış bana. Gitmek istediği kendi yolunu yürümüş, arkasından iz sürmek, arada kaçak yollara saptığında höt demek kalmış bana. Seçimlerinde özgür olmuş, kendini yönetmen sanan ben karşısına hayır bu olmaz diye dikildiğimde, ya ikna etmeyi bilmiş ya da vardır sebebi diye tecrübeye isteyerek kendi seçimiyle saygı göstermiş. Ağladığında koynuma girip göz yaşlarını dökmüş, uzun sürmemiş hiç göz yaşları çünkü hep mutlu olmak doğası olmuş. Yanlış yapmış ama ders almasını bilmiş, zayıflıklarına boyun eğerken gelecek darbelere karşı da uyanık olmaya çalışmış. Olamadığında onarmasını bilmiş. Güçlü bir oyuncu olmuş. Yönetmenine güç veren bir oyuncu olmuş. Ben kendimi ölünceye kadar yönetmen sanacağım galiba, güçlü baş rol oyuncusuna saygı gösteren bir yönetmen.
Saat 00:30, telefon çalıyor. ‘Annecim, pasaport sırasındayız. Bavulumu alıp hemen geliyorum, sizi öyle özledim ki’. Canım kızım bende seni öyle özledim ki, ‘hemen hemen gidiyorum kapıya’. Gümrüksüz satış mağazalarına uğrar mı uğramaz mı sorusu, bekleme sürem uzadıkça cevap buluyor. Olsun gülümsüyorum yine de, ben olsam bende kendimi kaybederdim, o genç, otur bekle sözde yönetmen..
Sonunda açılan kapıdan, kocaman gülümsemesi, kendine has giyim tarzı ile minik bavulunu arkasından çekerek gelen, 18 yıl bir gün önce doğmuş zarif bir genç kız çıkıyor. Hoş geldin bir tanem. Ben doğum gününde seninle olamadım. Kocaman sarılıyorum,mis gibi kokusunu içime çekiyorum. ‘Doğum günün kutlu olsun güzel kızım’ ‘Anne nasıl eğlendik, 18 yaş doğum günümü daha güzel kutlayamazdım’.  

11 Nisan 2012 Çarşamba

Mea Culpa

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:54 | 6 comments
Hazır otobüslerden laf açılmışken biraz daha otobüs maceralarına devam edeyim dedim. Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki doğru olan şeyler bize anormal geliyor. Genelde bizim otobüs şoförleri binlerce çeşit insanla karşılaşmaktan bir bıkkınlık durumu yaşıyorlar. Düşünsenize yüzlerce insana aynı sorunun cevabını veriyorsunuz. Kocaman yazsa da önde duran tabelada, yine içimizdeki o güvensizlikle şoföre soruyoruz nereden geçtiğini. Böyle bıkkın şoförlere çok abartmazlarsa saygısızlığı, anlayış gösterebiliyorum. Geçenlerde Kadıköy çarşıdan bizim eve yakın geçen bir otobüs yakaladım, aman Allah’ım içinde hiç de bıkkın olmayan bir şoför. Soru soranlara “buyurun efendim, şu duraktan geçer ya da 100 mt ilerisinden geçer” gibi cevaplar verip, duraklarda frene tatlı tatlı zamanında basıyor. Günümüzde belediye çalışanlarında artık normal olan sakalı, ufak tefek yapısı, temiz kıyafetleri ve güler yüzü ile işini seven bir insan olduğu belli. Durağıma yaklaşırken yanına gittim, kendisine herkese davranışı ve nezaketinden dolayı teşekkür ettim ve dayanamayıp diğer hırt şoförlere de bir gönderme yapıverdim. Bana şöyle karşılık verdi. “Efendim, herkes işini iyi yapmak ister ama söyleyene değil söyletene bakınız” dedi.
Söyleyene değil söyletene bakınız. …Duyarak büyüdüğümüz bir söz daha çaktı kafamda. Hatırlıyorum annem bize çok kızdığında, ağzından yılanlar çiyanlar fışkırdığında böyle söylerdi. Daha iyi hatırlıyorum çok yakın bir zamana kadar Nisan’a doğru fışkıran o yılanlar çiyanların ardından ben de aynı şeyi söylerdim. Yani bu aslında, “efendim beni kızdırıyorlar, e tabi bende kızıyorum bağırıyorum çağırıyorum, laflarım çığrından çıkıyor, arada başka şeylerin açısını da çıkartıyorum  ama olanlar benim sorumluluğumda değil çünkü neden? Beni başkası kızırdı” demek oluyor. “Ben kendi aklımın dizginlerini vermişim başkasının eline, o bana istediğini yapıyor” demek oluyor gerçek anlamda. Yani kendi davranışımın sorumluluğunu almıyorum, oysaki bulunduğum durum ne ise sorumluluğu da tamamen bana ait. Onu ben yarattım. Bu öfkeyi ben yarattım. Geçmişten gelen ne biriktiyse o an fışkırttım işte. Stefano E. D’anna-Tanrılar Okulu adlı kitabı okurken üzerinde en çok düşündüğüm konuydu bu. Her durumun sorumlusunun ben olduğum ile ilgili bölüm. Mea Culpa. Ne zaman birilerine kızarsam, üzüntülerimin sorumluluğunu başkasına atmaya kalkarsam aklımdan geçen kelimedir Mea Culpa. Kendimi hizalayıverir işlemeyen çözümleri işler hale getirmeye çalışırım. Bu benim yanlış duyarak büyüdüğüm bir söz..Peki neden böyle bir söz söylenip durur, o zaman başka bir doğru anlamı olmalı.. Söyleyene değil söyletene bak.
Yunusun dediği “bir ben var benden içeri” deki aslında o “ben” olmasın bunu söyleten? Söyleyen ağzın ne kabahati var. Komut veren beynin ne kabahati var. Kirlilikten çalışmaz olmuş akıl süzgeci, temizlemeye çalıştığım geçmişin yükleri  ve dizginlerini kontrol edemediğim zihnim olmasın o “ben”? Özlediğimiz ise o saf "ben", bulan var mı?
Kimseyi suçlamadan, kimseyle uğraşmadan sadece kendimizde olduğumuz günler diliyorumJ

*Mea Culpa:( My Fault, güzel Türkçemde Benim Hatam

8 Nisan 2012 Pazar

Ben seviyorum toplu taşım araçlarını

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:51 | 2 comments

Toplu taşım araçlarını arabamız olunca  kullanmayı hemen unutuveriyoruz di mi? Üniversiteyi bitirdiğim sene ehliyet almıştım ve çok uzun bir süre onu sadece kimlik yerine kullandım. Murat’la evlenir evlenmez onun işi gereği hep arabamız olmasına rağmen malum şirket arabası bana sadece hafta sonları yan koltuk düştü. Sanki sitem edermiş gibi söylediğime bakmayın, o yıllarda hiç araban olsun istedin mi? diye sorarsanız hayır hiç istemedim çünkü ihtiyacım olmadı. Ta ki İzmir’de tekrar oturmaya başlayıncaya kadar. O zaman Nisan küçük ve ben Finansbank Gaziemir Şube’de çalışıyorum, evin arkasındaki yoldan gazetemi alıp otobüse biniyor, yarım saat hem seyahat hem kıraat ediyorum ve  bankanın önünde otobüsten iniyorum. Daha ne olsun? Nisan’da artık büyümüş, evin anahtarını vermişiz, kendisi geliyor açıyor kapıyı, hadi açamadı diyelim apartman Murat’ın çocukluğunda oturduğu apartman, karşı komşu çocukluk arkadaşı, üst kat komşunun çocuğu Nisan’nın sınıf arkadaşı, yani her şey rahat ve düzen harika. Arkadaşlarımla görüşmek istediğimde atla vapura git Karşıyaka’ya 10 dakika, yürü istediğin yere git. Hayat böyle rahat ve kolay devam ederken, harika bir İzmir Baharı mevsimi sonrası yaz kendini göstermeye başlayınca bir şey fark ettim ki Cuma akşamı sonrası Nisan ve ben görüşecek kimse, yapacak hiçbir program bulamıyoruz. İzmir ölü şehir oluveriyor. Cuma sabahı ayarladın ayarladın, ayarlayamadın herkes Çeşme’de.. Petrol Ofisi’nin özelleşmesinin ardından cehennemin içine düşen Murat’ı görebilene aşk olsun, hal böyle olunca şikayetler artmaya başlamadan Murat çareyi bize bir araba almakta buldu. İlk arabam da bu sayede oldu. İtiraf etmeliyim ki özgür ruhumu tamamlayan bir araç oldu beyaz minik kuzu Corsam. Cuma akşamından iş çıkışı beni heyecanla bekleyen Nisan’ı kaptığım gibi 1 saatte şıpıdık terlik ve ifil ifil şort ile Pazartesi sabahına kadar tatil yapıyorduk. Toplu taşım araçlarıyla başlamışken birden ilk göz ağrım, binlerce güzel anıyı barındıran tatlı Corsama gelivermişim.:-)

Araba benim için özgürlüktü ama toplutaşım araçlarını kullanmayı bırakmadım ben. Onları kullanmamın, sevmemin  sebebi ise sanırım çoğu insan araçta okuyamaz ama bana Allah vergisi bu rahat rahat okuyabilmem. Özellikle İstanbul’da trafikte zaman çok ziyan oluyor oysaki bana kendime ayırdığım bir zamanmış gibi geliyor otobüsler, vapurlar. Kitap okumasam da insanları izlemek hoşuma gidiyor, her birine bir hikaye yazmak. Dün Fenerbahçe maçı vardı, formalarını giymiş bir sürü genç benimde içinde olduğum metrobüsle gidiyor maça. Tam önümde tıfıl koca burunlu bir laz uşağı ve yanında ona hayran hayran bakan güzel gözlü, tatlı gülüşlü bir kız. Bakışlar o kadar anlamlı, o kadar derin, konuşmalarına gerek yok sanki. Öylece konuşmadan saatlerce birbirlerini seyrettiklerine eminim. Yaşları yirmi cıvarıydı, aşkları devem eder de nihayetinde bir ömür boyu birlikte geçirmeye karar verirler mi, çoluğa çocuğa karışırlar mı bilmiyorum ama benim o an aklımdan yazdığım hikayede karışmadılar… ve yıllar sonra tekrar karşılaştılar.

Belma hastanenin geniş ve aydınlık kafesinde küçük masalardan birinde çayını yudumluyordu. Biraz önce doktorlar babasının ameliyatının başarı ile geçmiş olduğunu ona müjdelediklerinde içi kuş gibi kanatlanmıştı ama bu hafiflik çok da uzun sürmedi. Taburcu olduktan sonra yalnız yaşayan babasının bakımı için kendi evinin düzenlenmesi, kızının burslu olarak kazandığı Bilkent Üniversitesi’ne yerleştirilmesi ve ihmal ettiği işleri yavaş yavaş omuzlarına çökmeye başlamıştı. Bunların üstesinden gelecek kadar güçlü bir kadındı o. Derin bir nefes aldı ve sırtını dikleştirdi. O sırada,
-“Belma”..derinden gelen boğuk sese doğru baktı.
Ali bu..Kaç yıl olmuştu? Hiç bitmeyecekmiş gibi sevdiği adam karşısındaydı. Gözleri sevgi dolu Ali’si. Hiç unutmadığı Ali’si.
-“Ali?” Adını telaffuz eden o sesin neden boğuk çıktığını anladı.
Belma’yı görmemezlikten gelmediği için içinde bir an pişmanlık duyduğunu hissetti Ali. Onu terk edişi..doğruya neden terk edilmişti? Oysaki ne kadar uzun uzun konuşmuşlardı yüreğinde acısını hep hissettiği o ayrılış gününde. Kısa bir an eşi ve çocukları geldi gözünün önüne ve cesaretini toplayıp yeniden baktı ela mı yeşimli asla karar veremediği eski aşkının güzel gözlerine. Karşısında gördüğü yüreğini yaralayan geçmişteki kadın değil, eski bir dosttu.
Diye başlayıp gelişen bir hikayeJ Acaba devam etsem mi? İkisi içinde gerçekleşmesi gereken bir karşılaşma olsa bu, çünkü içlerinde taşıdıkları o burukluğun aslında artık kalmadığını anlasalar ve eski sevgililer dost olup birbirlerine hayat hikayelerini anlatsalar, eski aşklarına dair bir şey konuşmadan , çünkü farkında olmadan yaşanan zorluklara rağmen herkes kendi hayatını çok sevmiş olsa..

İşte otobüslere binmeyi bunun için seviyorum. Sadece başkalarının hikayelerini yazmıyorum kafamda aslında kendime dair ne çok karar veriyorum, doğrularımı yanlışlarımı tartıyor biçiyor ona göre hızalanıyorum.  Aslında kendi hikayemi de yazıyorum sanki, değil mi?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bitmeyen Öğrencilik Hayatı Ruhsallık

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:03 | 6 comments
Bir buçuk sene evvel yine Brahma Kumaris’e ait olan ve Oxford’ta bulunan Global Retreat Centre'a gittiğimde arkadaşlarım doğal olarak merak ettiler. Onlara bu içinde bulunduğum ruhsal organizasyonu anlatırken bana sürekli bunun bir din kuruluşu olmadığından emin olup olmadığımı sordular.
Brahma Kumaris’e sosyo-ruhsal organizasyon, eğitim organizasyonu diyebiliriz. Hatırlıyorum bunu anlatmakta biraz zorluk çekmiştim. Birçokları da tarikat, mezhep olarak değerlendirebiliyorlar.  Aslına bakarsanız, ben dini vecibelerini fazlaca yerine getirmeyen ama iyi kalpli bir ailenin çocuğuyum . Kulakları çınlasın çocukluğumda üst kat komşumuz Aliye Teyzem ve Eşref Amcam dindar kişiler olarak bana örnek oldular. Onlarla sahura kalkmak ve iftar yapmak için oruç tutardım. Kimseyi eleştirmeyen açık fikirli, ibadette gösterişten uzak insanlardı. Geçen ramazan telefon ettiğimde hala oruç tutuyor musunuz diye sordum çünkü neredeyse seksen yaşlarında olmalı Eşref Amcam. Aliye Teyzem bu bizim yaşam tarzımız kızım, böyle alışmışız dedi. Daha sağlıklı nice ramazanlar geçirsinler diye dua ediyorum.  Allah rahmet eylesin sevgili babamsa dinde gösterişten nefret eden, gayet politik bir yönetimi olan Ereğli Demir Çelik gibi bir fabrikada Milli Selamet Partisi zamanlarını yaşarken, dindar kimselerle değil ama iktidar değiştiğinde hemen namaz kılmaya başlayan dincilerle kendince mücadeleye girmiş bir adamdı. Hatırlarım o senenin ilk din dersine giren Ereğli müftüsü,  kızlar ve erkekleri sınıfımızın sağ sol sıralarına ayrı ayrı oturtmuş, üç sıra halinde dizilen masalarımızın orta sırası boş kalmıştı. Bizim için eğlence olan bu durum, babamın gözlerinden ateşler çıkarak müftünün makamını basıp, kendisini sinema salonunda Kuran’ı Kerim i yorumlamaya davet etmesi ne sebep olmuştu. Böyle bir şey asla olmadı ama babacığımın karşıma müftü bile çıkamadı diyerek yayılan sırıtışını hiç unutmuyorum. Sanırım bu zamanlardı beni biraz dinden uzak tutan. Bu uzak duruş, ta ki ben Brahma Kumaris ile tanışana kadar sürdü. Burada kimse bana bir dini empoze etmeye çalışmadı, güzel olan ben “kendime göre” daha inançlı bir Müslüman oldum. Gerçeğin aslında o kadar açık ve basit olduğunu, bunu bu kadar karmaşık, oyuncak hale sadece çıkarları olan insanların getirdiğini, büyük resimdeki yerimi gördüm. Dinimizin tarihi, Peygamberimizin hayatı, Kuran’ı Kerim’in yorumlamaları, tasavvuf, bunlara daha ilgi duydum, okudum ve yine “kendime göre”  bir yol tuttum. Tanrı inancını sağa sola çekmeden, tamamen içte yaşayarak, değil kimseyi kendimi bile yargılamadan, sadece zihnimin efendisi olma yolunda çalışma yapıyorum. Mutluluğu, memnuniyeti, huzuru, üzüntüyü, korkuyu, egoyu hayatımıza alan zihnimin efendisi olmaya uğraşıyorum. Bunu herkes bir yoldan deniyor ben de bu yolu buldum. Yaşam tarzımı, huzuru ve sevgiyi sürekli kılmak için, geçici olan üzerine değil kalıcı olan üzerine kurmaya çalışıyorum. Bunun beni daha mutlu ettiğini, daha huzurlu insan yaptığını gördüm. En azından yol ayrımlarını görüyor, yanlış yola saptıysam, geri dönüp diğerine yönelmeye çalışıyorum. Keşke elimden daha da iyisi gelse ama en azından görüyorum ki eski Zeynep’in vereceği tepkileri şimdilerde vermiyorum. Hayatımda değişiklikler olsa da eski girdiğim streslere şimdilerde girmiyorum, en yakınlarımın hatalarını kendi seçimleri olarak görebiliyor ve en güzeli kabul edebiliyorum. Yıkıp yakan Zeynep değil yapıcı Zeynep olmayı seviyorum. Her zaman mı?  Yok, itiraf ediyorum her zaman değilJ . Olsun en azından alışkanlıklardan kurtulmak için çabam var. Niyetimi saflaştırmak için çabam var. Gerçek, sevdiğim Zeynebin ortaya çıkmasına yardımcı olan bu eğitim kurumunun Tanrı tarafından sevilen öğrencisi olmaktan mutluyum. 



22 Mart 2012 Perşembe

Sadelik

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:53 | 3 comments

Günümüz yaşantısı için uzun sayılabilecek, on beş günlük yurtdışı seyahatinden döndüm. Gitmeden evvel her günümü buradan size yazmaya karar vermiştim ama nerdeee? Buralardan koptum sanki Mount Abu-Maduban’da, Hindistan’da geçirdiğim günlerde. Ne kızım, ne kocam, ne sorumluluklarımla ilgili en ufacık bir endişe, tasa bile taşımadım içimde. Sadece o yüce olan enerji, yüce ışık kaynağı, Tanrı ve ben vardık daha doğrusu Tanrı, ben ve kalpten kalbe sohbetlerimiz.
İstanbul ‘da Brahma Kumaris Kişisel Gelişim ve Meditasyon Derneği’nin bir öğrencisiyim ben. Brahma Kumaris ve öğrendiğim meditasyon tekniği Raja Yoga bu gittiğim yerden yayılmış tüm dünyaya. Sadece Hindistan değil ama her memleketten insanların akın akın geldiği bir yer olmuş zamanla. Ahmedabat havaalanından, ilk dört saati dümdüz bir ova içinde uzanan dört şeritli bir otoban ve son bir saati ise iki aracın yan yana zor geçtiği virajlı dağ yolu olmak üzere, toplam dört buçuk saatlik bir araba yolculuğu ile ulaşılıyor Madhuban’ a. Dağ yoluna girildiği anda etraf değişiyor. Mevsim dolayısı ile yapraksız olan ağaçlar, kocaman bir dev onların gövdesine yapışıp köküyle çıkartmış, bir silkeleyip kökündeki toprakları üflemiş, temizlemiş de tersinden gerisin geriye toprağa yeniden dikivermiş hissi uyandırıyor. Dağın yamaca bakan tarafında yol kenarına betondan koydukları koruyucuları maymunlar gelip geçeni seyretsin, biz onlarla onlar da bizimle eğlensin diye koymuşlar sanki. Bir saatlik dağ yolculuğunun sonuna doğru tabiat yine değişiyor, yapraksız ağaçların yerine kocaman, içlerinde doğal oyuklar olan siyah gri renkteki kayalar ve aralarından fışkıran yeşilliklerle birlikte büyük palmiye ağaçları dolduruyor etrafı. Çöl ortasında bir vahaya düştüğünüzü zannediyorsunuz çünkü o uzun palmiye ağaçları hiç beklenmedik bir biçimde karşılıyor sizi. Neşe’nin ‘geldik kardeşler,son beş dakika’ demesiyle arabada uyuklayan herkesin gözleri fal taşı gibi açıldı ve kalacağımız yerin büyük demir kapısından girdik içeri. İstanbul’un soğuk kış günlerinden sonra kemiklerimizi ısıtacak güneş altında her köşenin rengarenk çiçeklerle süslendiği Gyan Sarovar’daydık. Buraya onbeş dakika uzaklıktaki ilk yerleşim yeri olan Pandav Baven, Hintli vatandaşlardan başka artık yabancıların da gelmeye başlaması ile yetmez olunca inşa edilmiş bu kampüs. Kalacağımız odalar beli olup kayıtlarımız yapılınca, ağızları kulaklarında, aralarında sürekli kıkırdayan iki Hintli çocuk bavullarımıza yardım edip bizi odamıza kadar götürdü. Daha Hint parasının değerine vakıf olamadığımız için ne kadar bahşiş vereceğimizi tecrübeli grup liderimiz Neşe’ye sorduk. Hiçbir şey vermemize gerek yoktu çünkü oradaki herkes sabahın köründe çalışmaya başlıyor, akşamın bir vaktine kadar ve bunu gönüllü olarak hiçbir karşılık beklemeden hizmet adına yapıyor. Nevasi deniyor orada yaşayanlara. Maduban nevasi.
Kampüs tepenin yamacına kurulduğu için kalacak odalar set set yerleştirilmiş ve bölümlere göre isim verilmiş. Rajrijibaven’da fazla merdiven inmemize çıkmamıza gerek kalmayan,kocaman terası karşı tepedeki yeşillikler ve zirvesinde bize selam duran simsiyah kayaya bakan, 55 numaralı sekiz yataklı odayı verdiler bize. Yatak dediğim somya ve üzerinde serilmiş kalın olmayan sert şiltesi. Dönüşte yanıma almamak üzere gözden çıkardığım eskilikte, evden taşıdığım çarşaflarımı serdim üzerine. Odada sekiz kişiye iki banyo düşüyordu ve her ikisinin içinde tuvaleti, yıkanmak için musluk ve altında kovası, maşrapası(duş yok, eski anneannelerimiz usulü),minik bir lavabosu, şampuanlarımızı koyacağımız ve sabunumuzu koyacağımız duvara monte edilmiş mermer iki raf ve kapı arkasındaki askılık var sadece. Eski ama temiz bir banyo. Beklediğim fazlası da değildi zaten. Herkes kendine uygun konumdaki yatağı aldı, duvara yerleştirilmiş gömme dolapları da bölüştük, bavulları da yatakların altına ittik. Otuz saat uykusuzluğa rağmen kimse dinlenmeye hevesli olmadı, bir an önce kendimizi dışarı atıp nasıl bir yere geldik onu görmek istiyorduk. Bizim yerleşmemiz bitince odamıza dört Rus hanım daha geldi. Orada kaldığımız süre içinde birtek kelime Rusca bilmeyen biz ve bir tek kelime değil Türkçe İngilizce dahi bilmeyen Rusların anlaşmasını görmeniz lazımdı. Sihirli bir şekilde herkes kendi lisanında konuşmasına rağmen odamızı paylaşıp kurallarımızı belirledik. Kampüste beyaz kıyafetler giyiliyor,yani kurta, bizler ilk defa oralara gidenler olarak eksiklerimiz vardı ve tamamlamak için alışveriş yapabileceğimiz tek dükkana gidip ortama uyum sağlamak üzere alacaklarımızı aldık. Her dilden konuşan, her renk, her yaştan insan var gelenler arasında. Dilini konuşmadığın onca insanla kurallara uyduğun sürece, bu oranın kuralları olabilir ya da alçak gönüllülüğün, güler yüzlülüğün, iş birliğinin yani doğal insanın kuralları olabilir anlaşmak hiç de zor olmuyor.
Orada ilk gözüme çarpan ve kaldığım süre boyunca doya doya yaşadığım ‘basitlik’ oldu. Yaşamak için aslında ne kadar da az şeye ihtiyacımız var. Biz insanlar hayatı kendimiz karmaşıklaştırmışız. Dolaplarımız doluyor taşıyor, her sene yazlık kışlık yaparken bir sürü eşyayı ihtiyacı olana veriyoruz, eskimemiş ama kıyıp veremediğimiz bir o kadarda giyeceğe sahibiz oysaki en az beş yıldır kullanmamışız onları. Belki modası yeniden gelir de kullanırız di mi?, ancak günümüz üreticileri o kadar uyanık ki asla aynı çizgiyi getirmiyor geriye. Paça bollaşıyorsa bel biçkisi mutlaka eskisi gibi olmuyor. Yani giden moda aynı geri gelmiyor. Orada dört tane kurtam vardı, birisini Londra da BK merkezlerinden birinde yaşayan ve sürekli bu kıyafetleri giyen bir arkadaşıma hediye ettim, yani üç kurtayı yıkadım yıkadım giydim. Çamaşırlarımızı elde yıkadık. Yıkatabileceğimiz yer vardı ama ben foşur foşur, kovada sıcak suları ve köpükleri attıra attıra elde yıkayıp, iki saatte güneşte kurutma lüksünden faydalanmak istedim. Bunları yazarken Murat’ın dolduruşuna gelip aldığım, kendime de çok yakıştırdığım siyah deri elbisem aklıma geldi. Bir kere bile giymedim onca para verdiğimiz elbiseyiJ .
Sadelik üzerine biraz düşünmek gerekiyor, sadece giydiklerimizde değil, ev eşyalarında değil, aklımızda, ürettiğimiz düşüncelerimizde, yediklerimizde de sadelik..Ne çok yükümüz var değil mi?
Devamı varJ

16 Şubat 2012 Perşembe

Sana gül toplamak istedim bu sabah ama

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:41 | Yorum Yap
SAADİ’NİN GÜLLERİ
Sana gül toplamak istedim bu sabah ama
O kadar fazla gül doldurmuşum ki koynuma,
Koptu esvabımın düğmeleri birden bire.

Havaya dağıldı topladığım bütün güller;
Hepsi rüzgarla savrulup, denize gittiler;
Sularda, bir daha geri dönmemek üzere.

Tutuşmuş gibi, kıpkırmızı oldu dalgalar.
İşte esvaplarımda hala gül kokuları var..
Gel, duy o kokulu hatırayı, üzerimde

*Marcelin Desbordes-Valmore(Türkçesi Orhan Veli Kanık)

Bir arkadaşımın annesi ile bu aralar kitap alış verişinde bulunuyoruz. Daha doğrusu ben bir kere veriş yaptım, şu an hep alış durumundayım. Dengeyi tutarız inşallah. Arkadaşım en son kitabı bana verirken ‘bu senin okuyacağın bir kitap değil ama annem illaki yolladı’ dedi. Gelen kitap Şafak Pavey’in en son yazdığı Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir kitabı. Yıllar evvel geçirdiği kazayı duyduğum günü hatırladım. TV başında gözlerimden yaş çıkarak annesini ve genç bir kızın değişecek hayatını düşünmüş, her ikisi içinde dua etmiştim. Daha sonraki günlerde gazetede, protez bacağı ve kolu takıldığında çıkan fotoğraflarında yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmam.. Hala her yerde aynı güzel gülüşü var. Sanırım o başına ne gelirse gelsin üstesinden gelmiş olmak la eğleniyor. Ben de eğitiminin, evlatlığının ve Türk kadınlığının hakkını verdiği için onunla gurur duyuyorum. Siyasette de ses getiren gerçek projelere imza atmaya devam edeceğinden eminim. Ya işteJ Şafak’la bu yakınlığımı bilmeden Mehlika Teyzem ısrar etmiş bu kitabı bana gönderme konusunda. Hemen okudum, hem de karşılıklı kahve içerken soluksuz anlattıklarını dinler gibi. Hem güldüm hem de duygulandım. Yazılarını takip ettiğim bir arkadaşım,(Meltem Ünsal-Meltem’le yolculuk) birkaç gün evvel, Türkiye’de devlet kurumlarında çalışan kadınlarla ve kadın hakları ile ilgili yazısında şuan ki zihniyete isyan ediyordu. Tam da onun üzerine, Şafak İran günlerini paylaştı benimle. Ben yine bu genç kadına dua ediyor ve ona Allah’tan her zaman güç diliyorum. Yakınlığımız devam edecek eminim:-)
Bu arada yukarıda paylaştığım şiir de onun kitabının son sayfasıydı. Bir şekilde dokundu içime.
Okuduğum yazılardan birisinde arada sırada başkalarına sorun, sizi nasıl gördüklerini, hazırlıklı olun ve bunu bir hediye olarak kabul edin diyordu. Geçenlerde yapmaya karar verdim ve sevgili anneme beni nasıl görmek istediğini değil ama nasıl gördüğünü yazmasını rica ettim. Genelde ‘kestane kebap acele cevap’ sözünün timsali annem bana iki gün sonra cevap yazdı. Üzerinde düşündüğü zarif yazısı için teşekkür ediyorum. Kendimle ilgili tespit ettiğim ve sevmediğim ne varsa oturmuş yazmış. Değişim konusunda umut vaat ediyorum bilesin anne..
Değişimden laf açılmışken, dönüşüm koçluğu yapan arkadaşımla çalışmaya başladığımı yazmıştım. Bu çalışma enteresan gidiyor. Birkaç sohbet, tespitlerle geçti. Değerlerim, güçlü yönlerim, zayıf yönlerim ve ardından gelen sorular..Güzel olan şu ki her sohbet (seans yani) sonrası cebime kazandıklarımı koyuyor ve ayrılıyorum. El yordamı ile loş ışıkta bulmaya çalıştığım şey için sohbetlerde çıt diye bir ışık yanıyor ve cevaplar gözümün önünde beliriyor. Ayrıca önemli bir gelişme şu ki; beynime kazılan ve asla yaratıcı olmadığım ile ilgili düşüncemi sildim gitti. Sohbetlerimizde durumla ilgili çizdiğim resimler ve hayal gücüme hayran oldumJ

Geçen hafta uygulamaya çalışsam da yapamadığım bir şey var. Bir süre telefonsuz yaşamak istiyorum. Bugün, bu bir sürenin başlangıcıydı. Kapattım telefonumu ve özgürce bir İstanbul günü daha yaşadım. Önümüzdeki günlerde bir grup arkadaşımla gideceğim seyahat için sabah Taksim’de vize işim vardı, pasaportları da akşama almam gerekiyordu. Yani bütün bir günü tek başına ve dilediğim gibi geçirme şansı. Bu şansı iyi kullanmak için plan yap, di mi? Yok! Yapmadım. Başladım yürümeye, neresi bana göz kırparsa oraya oturup kitap okumaya karar vermiştim.Yürüyorum, bakıyorum, soruyorum kalbime.. her seferinde ‘cık!’dedi. E hadi ama üşüdüm derken kalbimin onayladığı levhayı gördümJ Galata Mevlevihanesi Müzesi. Yeşo’cuğum vallahi seninle de bir daha giderim. Geçen sene restorasyonunun bittiğini duymuştum. Eski halini bilmiyorum ama müze biraz fazlaca yenilenmiş. Tuvaletleri ise bir felaket. Her neyse, içinde harika vakit geçirdim. Müzik aletleri bölümü ilgimi çekti çok. Hande’nin blogun’da ‘yeni ne öğrendim’ bölümüne  konu olabilecek mi bilmiyorum ama kös kös oturmak nereden gelmiş çözdüm. Kös, mehterin en büyük ve en çok ses veren çalgılarından bir tanesi. Kocaman bakır çerçeve üzerine sıkıca gerilmiş derilerden yapılan davul. İki tane oluyor ve atın, devenin iki yanından sallandırılıp öyle çalınıyor. Sergide iki tane kös kös oturan kös vardıJ Şanssızlık bu ya, elektrik kesilince zaten soğuk olan müze daha da soğudu, Allahtan karanlık olan alt tarafı gezmiştim, üst bölümü ise perdeleri açmalarını rica ederek dolaşıp, sıcak olmasını ümit ederek Pera Müzesi’ne gitmeye karar verdim. İliklerime kadar ısındığım Pera’ da Kuzguncuktan, Anadolu Hisarına kadar eski boğaz manzaralarının fotoğraflarının yer aldığı bir sergi vardı. En sevdiğim bölgedir burası, geçenlerde sahil yolundan sapıp tepelerde de dolaşma fırsatı bulmuştum. İstanbul çok güzel. Neyse, fotoğraflardaki yerlerin neresi olduğunu kestirmeye çalışarak keyifli saatler geçirdim ve günü müzenin kafesinde noktaladım. Kesinlikle öneriyorum, yolunuz Pera’ya düşerse lezzetli ve pahalı olmayan bir yemek yiyebilirsiniz.

Bugün yine rotayı ayaklarım, gözlerim ve kalbim tutturdu. Kalp girerse işin içine ne güzel olmaz ki.
Hepinize telefondan özgür ve rotayı kalbinizle çizdiğiniz bir gün diliyorum:-)

Sayfa Görüntüleme