10 Şubat 2014 Pazartesi

Bulutların İlhamı

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:01 | Yorum Yap
İçimde yaşadıklarım bazen
Yaşamak istediklerim değil,
Benim doğrularım bazen
Senin doğruların değil.

Buluştuğumuz yer var
Kimse bilmez nerededir,
Ya sen beklersin ya da ben
Orası sonunda hep vardığımız yerdir.

Sessiz kalınca duyuyorum
Aydınlanınca görüyorum
Her döndüğümde gerçeğe
Seni hep kalbimde buluyorum

3 Şubat 2014 Pazartesi

Var Bu Diyarbakır'la Bir Karmam.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:26 | 2 comments
Var bu Diyarbakır’la bir karmam. Bana öyle iyi baktılar öyle şımarttılar, öyle pohpohladılar ki sandım THY de bana aynı ilgi alakayı gösterir de, beni bekler. Ama beklemediJ  Hayatımda ilk defa uçak kaçırdım. Hap kadar hava alanı nasıl olsa yetişirim deyip güvenlik çıkışında ki tatlıcıyla sohbet ederken, anons yapmışlar, duymadım vallahi. Diyarbakır bırakmak istemedi beni herhalde, aslında ben de onu. Bir an panik olmadım değil.  “Kapılar kapandı bayan konuşun görevlilerle isterseniz” deyince polisler, el bagajımı savurttum onlara doğru, zaten üç adım atınca güvenlik girişinden kontuara varıyorsun, ben iki adımdaJ. Biraz yalvarmaca,”olur olur bi söyleyin diyorum” bana hareket eden uçağı işaret ediyorlar. Gözlerime inanamadım, vallahi uçak perondan ayrılıyor. Yapacak bir şey yok! attım panik halini üzerimden de kafam çalıştı yeni bir bilet aldım:-)  Bu sefer Atatürk’e inecek. Daha gezip göremediğim yerler vardı aslında, olmadı döner onları da bir turlardım.
Sadece gece dolaşabildiğim bu şehri gündüz gözüyle de görmek için geçen Pazar sabahı erken uçakla gelmiştim.  Otele yerleşir yerleşmez hemen çıktım dışarıya. Surların yanından gidersem kaybolmam nasıl olsa, onları takip eder yine geri gelirim dedim. Şehri çevreleyen surlarda 7 adet kapı var, surların genişliğini bu kapıların altından geçerken anlıyorsunuz. Gördüğüm bir tabela vardı, Meryem Ana Süryani Kilisesi diye. Oraya gitmeye karar vermiştim. Sora sora Bağdat bulunurmuş sordum temiz yüzlü bir çocuğa. Adı Mahzun. Ben seni oraya götüreyim, o tarafa gidiyorum dedi. Sohbet ettik giderken. Kahve de çalışıyormuş. “Neden mahzun senin adın, mahzun musun ki sen” diye sorduğumda mahcup mahcup “mahzunum abla” dedi. Öyle merak ettim ki kırmızı yanaklı, beyaz tenli pek de konuşkan olmayan bu çocuğun hikayesini. Daha fazla soru sorarsam sanki hoşuna gitmez gibi geldi, bende merakımı kenara koydum. Daldığımız dar, yukarıdan geçen çamaşır ipleri ile elektrik tellerinin birbirine karıştığı, kapıları düzgün kapanmayan evlerle dolu, tek tük insanların geçtiği sokakları dönüş için ezberlemeye koyuldum. Kilisenin kapısına kadar bıraktı beni, iyi dileklerimizi sunduk birbirimize. Allah yolunu açık etsin.
Kilise 3. yy dan kalmaymış. Taşların grisi ve mihrabın koyu ahşap renginin birbirine uyumu harika. Işıklandırma gizemi daha da arttırıyor. Bahçesinde dolandım, her zaman yaptığım gibi o zamanlarda hissettim kendimi. Her tarihi mekanı dolaşırken yaptığım gibi o zamanda ve giysilerimle, kalabalıkların içinde hayal ettim kendimi. Aslında böyle yerlerde o tarihi dokuyu bozacak hiçbir şey olmamalı. Ne bir plastik sandalye ne de bir kül tablası. Filmlerde olur ya, tam hayallere dalarsın, zızızuuzzt dikkatini bir şey dağıtır ve gerçeklere dönersin aniden. Hah aynen öyle oldum beyaz plastik sandalyeleri görünce bahçede.
İçeri girdiğimde oradaki görevli ve iki Müslüman genç, “siz – biz” diye inançlarını tartışıyorlardı. Görevli kendi inancını anlatmaya çalışıyor, gençler ”haşa” diyor her cümlede. En sonunda kızdı siyah cüppeli görevli “ e sen ne haşa diyorsun, hakaret ediyorsun?” Kulaklarımı tıkadım tartışmaya belli ki devam edecekler. Mumların yakıldığı küçük bölümü gördüm, bi sevindim, bayılırım mum yakıp dua etmeye. Evet, Müslümanlıkta böyle bir şey yok ama kilisede mum yakmanın anlamını öğrendiğimde sadece eğlenmek ve dilek dilemenin dışına çıktı benim için. Bunun ne olduğunu Büyük Ada’da, Aya Yorgi kilisesinde, öğrenmiştim. Bir gidişimde sordum ne anlamı var mum yakmanın diye din görevlisine. Dilimizi tek tük kelimelerle konuşuyordu ve bana anlatamadı. , ama beklememi rica etti, bir yerlere telefonla aradı ve illaki sorumun cevabını alayım istedi. Telefondaki kişi, ki konuşmasından o da yabancıydı anladım, bozuk Türkçesiyle bunun aynen bizim kurban geleneğimiz gibi olduğunu söyledi. Kurban edilen kötülükler ve içlerinde onları kendilerinden uzaklaştıran duygular. O güne kadar eğlence ve dilek dilemek olan bu heves artık bir törene dönüştü benim için. Burada da yakarken mumumu duvarda asılmış olan duayı gördüm.

“Yarab yaktığım şu mum vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ışığınla aydınlat. Ya rab kilisede uzun süre kalmayacağım, içimden sana bu mumu sunmak istedim. Bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bir gün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin.”
Duada bir gün boyunca diyor, sanırım her gün Tanrıyı hatırlamak gerekliliğini söylüyor aslında.
Beni tören bitti ama kilise görevlisi ve iki gencin hararetli konuşması bitmedi. Biraz içerde oturmak dua etmek, meditasyon yapmak istedim. Tartışma akşama kadar sürerdi eğer araya girip dua etmek istediğimi söyleyip, sessiz olmalarını rica etmeseydim. “Sessiz olsak ta herkes kalbinin sesini duysa” dediğimde içimde hafif bir çekingenlik, tedirginlik duydum. Kimse itiraz etmedi, derin bir sessizlik içine gömüldük. Hep birlikte. Sizin bizin yok olduğunu, herkesin bir olduğunu hissettim. Sevdim orada olmayı çok. Sessizce ayrılırken, görevliyi selamladım, teşekkür ettim. “Özür dileriz” dedi.
Geri dönüşte sokaklarda kaybolma endişesini, her zaman yaptığım gibi, “sora sora Bağdat bulunur” sloganı ile attım içimden.
Otele döndüğümde, her günümde paçamdan asla eksik olmayan çamuru temizledim…

İyi ki kaçırdım uçağı, oturup bu yazıyı yazmak nasip oldu..

15 Ocak 2014 Çarşamba

Koca Surların Sardığı Şehirde Diyarbakır'dayım

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:58 | 1 Yorum

Geçen akşam geldim Diyarbakır’a. Gece gece meraklı gözlerle bakındım daha önce hiç gelmediğim bu şehre. Ne kadar çok bitmiş inşaat, site var. Kurtköy gibi burası, her yer de koca koca apartmanlar. Yeni yerleşim yeriymiş, yarısı dolu yarısı boş, kim oturacak buralarda. Var mı o kadar nüfus? 1 milyon nüfuslu kentte bu sayıdan daha fazla apartman dairesi var sanki.

Sabah otelden alındığımda gördüm kenti saran surları, zamanında akşam saatlerinde kapatılan ve kimsenin gün batımından sonra girmesine izin verilmeyen bu eski şehrin surlarının kapılarını.. Anadolu’yu çok seviyorum, doğanın dokusunu, tarihin gizemini, en çokta saygısını, utangaçlığını, çakır gözlerini, sahiplenmesini seviyorum insanının.
Bütün günüm eğitimde geçiyor ama akşamları benim.
İlk gün meraklı sorularıma sıkılmadan cevap veren, beni otele bırakan arkadaşım “işte Dağkapı Meydanı dedi, insanlar burada kendilerini ifade ediyorlar”. “Edebiliyorlar” mı diye iki kaşım havada sordum. “evet” dedi “beş dakika kadar olabiliyor”. Gülüştük, beş dakika sonra neler olduğunu konuşmadık.


Bu gün akan bir gün oldu, doğal olarak gün akınca kendimi daha enerjik ve hafif hissediyorum, kim hissetmez ki. Akşam dışarı çıkacak zindeliği hissettim. Çıktım, o meydana gittim.. Yeni yılın süslemeleri hala var, ışıl ışıl her yer, tam telaş saati ya da etrafta yanıp sönen sarı kırmızı yeşilin bol olduğu tabelalardan ben öyle zannediyorum. Paça-Ciğer-Lahmacun aynı tabelada fıldır fıldır dans ediyor. Meydandaki fırında, camekanın ardında yığılmış simitlere kayıyor gözüm, iyice bakıyorum etrafa, geldiğim yolu sıkı sıkı tutuyorum aklımda. Gece bile olsa duruşundan renklerinden mimarisinden Nebi Caminin eski dokusunu fark ediyorum. Sağımda surların ihtişamı heyecanlandırıyor beni. Şehri dinlemek istiyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Trafik sesi yoğun, bolca korna var ama duymak istediğim bu değil, farklı sesleri duymak istiyorum ben. Sağımdan solumdan geçenlerin çoğu bildiğim dili konuşmuyor, ayaklarımın dibinde bir dilencinin ve avucuna atılan bozuk paraların şıkır sesi, ardından gelen dualar var. Meydanda ciğercinin avaz avaz davetini duyarken, ayağıma çarpan şeyden ödüm kopuyor, gözlerimi açtığımda benden daha korkmuş olan küçük bir çocuğun özür dileyen yüzüyle karşılaşıyorum. Diyarbakır’ın simidinin tadına bakıyorum tabi ki, pastane simidi ve İstanbul'un sokak simidinin karışımı ağzımdaki tat. Otele dönerken köşeden mandalina alıyorum. Tadına bakmadım ama büyük ihtimal ile don yemiş, susuz çıkacak. Tablada en güzel mandalinalar en üstte, parlak parlak, torbayı kapıyorum gencin elinden “seçebilir miyim?” diye soruyorum, doğal olarak “tabi abla” diyor ama üst taraftan almama izin yok, dizilmemiş az gösterişlilerden alabileceğimi söylüyor. Normalde “tamam o zaman” der bırakırım torbayı, bu sefer pek uyumluyum:-) Telefonum yanımda olsaydı gece bu meydanın fotoğrafını kendim çekerdim ama sanki benim gözlerimden, benim için çekilmiş gibi bir tanesini buldum. Kiminse teşekkür ediyorum


Yeni yerler keşfetmek ve yeni insanlarla tanışmak, onlara dokunmak en çok ta kalplerine dokunmak hoşuma gidiyor. Büyüyorum, öğreniyorum, besleniyorum.


Yarın sabah daha erken kalkıp, şehrin ortasındaki bu meydanı gündüz gözüyle dinleyeceğim.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Duyguları Yaşamak - Duygunun İçinde Kalmak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:42 | Yorum Yap
Algıda seçicilik olsa gerek, duyguların üzerinde düşünmeye başladığımdan beri karşıma bu konuda daha da düşünmemi sağlayan öyle çok şey çıktı ki.
Koçluk eğitimlerim sırasında, bu hafta sonu gittiğim yoga retreatinde, açılan arkadaşlık sohbetlerimizde, bir çok yerde...
Bildiğiniz üzere sıkı Pollyanna savunucusu olarak çoğu zaman pozitife odaklananlardanım. Hayatı yaşarken, beni aşağı doğru sarmalın içine alacak duygular yerine daha çok güçlü tutacak duyguları seçmeye çalışırım ben. (Bu aşağı doğru sarmal lafı da Benjamin Zender’in Yaşam Sanatında Ustalaşmak kitabından, öyle çarpıcı bir tarif geldi ki bana, kullanır oldum ) Okuduğum bir makalede “Hep pozitif olmak, iyi düşünmek insan doğasına aykırı değil mi?” diye sorulmuş. Bence soru doğru sorulmamış çünkü insan doğası, aslı, özü tamamen pozitiftedir. Onu bu durumdan alıkoyan ise şartlardır. Bu soruda bebekler ve onların doğası aklıma geldi. Sonra büyürken ebeveynlerden öğrenilenler, okul çağına geldiğimizde öğretmenler, arkadaşlar ve tabi ki toplum, kültür… Bizi lahana gibi sarıp sarmalayan ve bizi aslında doğal halimizden uzaklaştıran öğrenilmişlerimiz. Kısaca kendimizi korumak için oluşturduğumuz kabuğumuz. Ha kabuklu olma durumumuz eğer konuşuluyor ise işte o zaman bu “normal” halimiz diyebiliriz ama doğal halimiz değil. Zaten tüm sorun bu normal hal ile doğal hal arasındaki gitmeler gelmelerden ortaya çıkıyor. Her ikisinin çatışmasından. Bedenimiz de doğal halimize göre yaratılmamış mı?. Neden pozitif duygular bağışıklık sistemini arttırıyor, negatif duygular sinir sistemini kaosa sürüklüyor ve beynin doğru karar alma becerisi azalıyor? Çünkü doğal halimiz bu değil ki, pozitif olan doğal halimizde olmadıkça hem ruhsal hem fiziksel isyan başlıyor.
Ancak şu denebilir, öfke, kızgınlık, kıskançlık, utanma bunlar "normal" duygular. İnsana dair duygular. Tabi ki bunu sonuna kadar kabul ediyorum. Bazen bu duyguları yaşamak da istiyor insan, bunu da kabul ediyorum, hele o haldeyken gülmen gerekmiyor mu...”Show must go on” hali. Acısı insanın iki katına çıkıyor, çünkü bir de sahtekarlık yapıyorsun. Yeni öğrendiğim bir söz, “duygunun içinde kalmak”, duyguyu yaşamaktan daha kendi halinde bir söz, daha tek başına olma halini barındırıyor içinde, daha zararsız sanki başkalarına, kendin içinse bir keşif gibi. Bu hallerin en iyi ilacı ise benim için, içe dönmek. Biraz ortalardan yok olmak. Ortalarda olmanın zorunluluk olduğu anlar da olmuyor değil, o zaman da duygularımı kontrol etmeye çalışıyorum tabi ki… Kimseyi kırmaya hakkım yok, üzmeye hakkım yok. Kontrol edeceğim, el mecbur. Eğer seni bu duygularınla yargılamayacak insanlarla birlikteysen şanslısın “koy ver gitsin”. Bu Cumartesi oldukça karmaşık negatif duygularlaydım, kalabalık bir grup içindeydim, yüzüm asıktı, kimse beni yargılamadı, kimse beni kafaya takmadı, kimse beni iyileştirmeye, güldürmeye çalışmadı, derdime çare bulmaya çalışmadı, sessiz erken ayrılışımı kimse ertesi gün sorgulamadı, tabi ki göz göze geldik ve benim aldığım sadece tatlı bir gülümseme oldu. İşte budur duyguları normal yaşama hali.
Ayrıca retreati yöneten yoga hocamız Pınar beni can evimden vuran bir laf etti. “Duygular yargılanmaz, düşünceler yargılanır”. Bu lafı duyduğumda duygular o kadar da korkunç gelmedi. “Duygunun içinde kalma, onu tanımaya çalışma” Tanışık olduğunda kaçmıyorsun o zaman. Ne doğru. Ancak duyguları oluşturan ya da var olanı tetikleyen düşünce, işte onu yargılarım. Sorarım gerek var mı, yok mu? Bana faydası var mı, yok mu? Düşünce bir enerji değil mi? Peki nereden geliyor? Aslında zihin, kontrol etmem gereken düşünceyi üreten zihin ve düşünce onun eseri. Çöp düşünce, gereksiz düşünce. Hoşuma giden bir söz daha duydum, "duygular kalpten, düşünceler beyinden". İşte çare ortada "denge":-) İkisinin iletişimi...
Duyguyu olduğu gibi kabul etmek, hem kendin için hem başkası için ve ürettiğin düşüncenin ne olduğunu fark etmek, negatif ise düşünce onu pozitife çevirmek, gerçek benliğinin özelliklerine, sevgiye, huzura ve neşeye yakın olmak ve sonuç olarak iyi hissetmek. Gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak evrene uyumlu olmak. Bilip de yapamadığımız olur mu? Bal gibi olur, o zamanda kendine anlayışlı olmak.

5 Aralık 2013 Perşembe

“Stres” iş hayatının olmazsa olmazlarından oldu artık. İşe vardığınızda, ay sonuydu yıl sonuydu, yetişecek raporlardı yok çalışanın motivasyonuydu vs. değil sadece sorun olan, örneğin işinize gitmek üzere kapıdan çıkılınca trafik ile başlıyor stres. Büyük şehirde olanlar için bu durum çok daha acıklı. Hiçbir şey kontrolümüzde değil, kontrol edemediğimiz her şey ise çalışma hayatında stres sebebi oluyor. Koşuların zor olduğu bir gerçek ancak eğer her şeyi bırakıp da doğada kendine yeten sistemler kurarak yaşama şansımız yok ise stresimizi azaltmanın yöntemlerini bulmak konusunda ilk başta kendimize sonra da birlikte yaşadığımız insanlara karşı sorumluyuz. 

Bizler, başkaları yapıyor diye inanmadığımız uygulamaları yaptığımızda asla sonuç alamıyoruz. Çünkü inanç olmadığında aralanmış kapı da yok, kapı olmayınca geçit yok. Tosluyorsun duvara. Gerçek inanç sistemimizi sorgulamak yerine, olanı biteni suçlamak da kolay geliyor insana. Neden kapıları aralamak konusunda kendimize şans tanımıyoruz ki?

“Günde iki dakika ile stresi nasıl azaltırsınız” konulu HBR makalesini kaleme alan Greg Mckeown yıllarca birlikte çalıştığı Bill Reilly’nin deneyimini azimli ve yetenekli bireylere örnek olması amacıyla paylaşmış. Benim de çok hoşuma gitti ve sizinle paylaşmak istedim. 

Uzun bir zaman stres ve içindeki endişeleri giderme konusunda çeşitli yollar deneyen Bill’in en sonunda kendisine basit ve etkili, ayrı ayrı yapılınca da yararı olan ama birlikte olduğunda çok daha etili olan, ona Apple yöneticilik kapılarını açan beş araçtan bahsediyor bu makalede. Bunlar Bill’in el yordamı ile, kendi deneyimlerinden yola çıkarak buldukları şeyler olsa da her aracın sonuna yazar o konu ile yapılan bilimsel araştırmaları da eklemiş.

NEFES. Önce, iş yerinde her masasına oturduğunda üç derin nefes alıyor, bu uygulamayı alışkanlık haline getirdiğinde de bunu birkaç dakika daha uzatıyor Bill. Rahatlamasına yardımcı olan bu yöntemi uyguladığında çok daha sabırlı ve soğukkanlı olduğunu fark ediyor ve nefes egzersizlerini günde yarım saate çıkarıyor. Derin nefes egzersizleri binlerce yıldır yoga uygulamalarının bir parçası olarak bilinir ancak bu yenilerde Harvard’s Massachusetts General Hospital’ın bir araştırması ile nefesin stres ile başa çıkma konusunda pozitif etkisi olduğu resmen ortaya konulmuş.

MEDİTASYON. Meditasyonu ilk duyduğunda, bu Bill’e hippileri çağrıştırmış. Ancak Steve Jobs, Oprah Winfrey gibi meditasyon yapanları duyunca cesaretlenip günde bir dakika ile başlamış. Beden taramasına dayalı olan meditasyonunu, ayak parmaklarından başına kadar bedeninin her bölümündeki enerji ve zihnine odaklanarak yapmaya başlamış.  Harward ‘da yapılan son araştırmalarda 8 hafta boyunca meditasyon yapanlarda, beynin öğrenme ve duygusal ayarlamaları yapan gri hücrelerinde artış gözlemlendiği görülmüş. Diğer bir deyişle meditasyon yapanlar duygu kontrolü ve beyin gücünü arttırabiliyor. 

DİNLEME. Meditasyon yaparken konsantre olduğu gibi, başkalarını dinlerken de onlara yoğunlaşır ise  etkileşimin çok daha fazla olduğunu bulmuş Bill. Bu dinleme şekli karşısındaki kişi ile ayrı bir bağ oluşturmasına sebep olmuş ve birden hayatın daha anlamlı ve zengin geldiğini hissetmiş. Bu konuda makalede, Profesör Graham Bodie’nin deneysel notlarında dinlemenin, olumlu bireyler arası iletişim davranışı (positive interpersonal communication behavior) olduğundan bahsediliyor.

SORGULAMA. Bu başkalarını değil zihninizin yarattığı düşünceleri sorgulama. Zihninizin bir düşünce yaratması onu doğru kılmaz. Bill kendisinde “Bu düşünce doğru mu?” sorusunu sorma alışkanlığı yaratmış ve bundan emin olmadığında da bunun geçip gitmesine izin vermiş. “Zihninize bir fikir ortaya atıp yoluna devam ettiği için teşekkür edin. Bunu, daha önce ben de olmayan bir rahatlama kapağı ve negatif düşüncelere bir çıkış noktası yarattığı için özgürleştirici olarak görüyorum” diyor. Bu konuda Byron Katie ( The Work’un kurucusu) ise negatif düşünceleri bastırmak yerine, onları bilmenin gücünü kendi deneyim ve araştırmalarının gösterdiğini söylüyor. Doğru olduğuna inandığımız şeyleri göz ardı etmeye çalışmak yerine, sorgulama yapmak düşüncelerimizle yüz yüze gelmemizi sağlıyor ve doğru olmadıkları için onları önemsizleştiriyor. 

AMAÇ. Bill “amaç ile yaşam”a kendini adamış. Yaşam amacı gibi değil bu daha basit. Her ne yapıyor ise amaçlı (purposefully) yapıyor. TV seyretmek istiyor ise gerçekten TV seyrediyor ya da bir yemek yiyecek ise bundan zevk alarak yiyor. Bill’in bu deneyimini destekleyen bir de araştırma var. Bilgi işçilerinin bir saat içinde 36 kez e-maillerine baktıklarını tespit edilmiş. Sonuç tabi ki stresin artması . Yapılan her eyleme bölünmeyen dikkati vermek sizi anda kılıyor ve bu deneyimi dolu dolu yaşamanızı sağlıyor.

Hayatlarımızdaki karmaşaya basit çözümler yaratabilmek, zihinde neler olup bittiğini fark etmek, başka açılardan bakabilmek, biraz zaman ayırmak ve yeni alışkanlıklar oluşturmak…ÖZGÜRLEŞMEK:-)

2 Aralık 2013 Pazartesi

Nehir Olup Akmak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:35 | 1 Yorum

Bugün bir nehir oldum ben
Sessizliğin içinde kendi sesi ile akan
Karanlığın içinde parıltılarımı saçıp
Göğsümde kabulü kucakladım ben

Ağarmasını beklerken günün
Yoluma düşen kaya ile dost oldum 
Akmaya izin aldım, gülümsedim
Ve gururu yaşadım 

Bugünlerde yaşadıklarım nedense böyle dökülüyor kelimelere..Kendimi bir nehir gibi düşünüyorum, engellerimi ise yoluma düşen bir kaya. Hayat ne kadar dinamik ve asla dur durak bilmiyor. Hep bir uğraş, yeni bir heyecan, şüpheli bulutlar, peşi sıra onları dağıtan güneş ve gök kuşağı ile mucizeye tanık olmak. Bir karnaval içinde yaşıyoruz. Ya gürültü itiş kakıştan rahatsız olacağız ya da renklerin kendisi olup kortejde eğleneceğiz. Özgürce:-) 

24 Eylül 2013 Salı

Aynı yerde kalmak insan doğasına aykırı

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 00:29 | 1 Yorum

İstikrarlı olmak zordur. Hep çizgiyi muhafaza etmek, yönünü korumak. .İnsan dalıveriyor ve sapıyor yolundan, bir uyarı cihazı da yok ki “biiip” ötsün sen sapınca. İste onun için hedeflerle çalışmak, onları yazmak, gözünün önünde tutmak ve her zaman kontrol etmek önemli ama daha önemlisi o hedefi bulmak, sana ait olanı, seni besleyeni. Ve üzerinde düşünüp kafa yormak, şekil vermek, işlemek, yaratmak, çoğaltmak ve paylaşmak.

Sayfa Görüntüleme