27 Aralık 2012 Perşembe

Uyanamadım ki..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 08:41 | 1 Yorum
Ne güzeldi sabaha karşı
Aklıma dizilen kelimeler,
Uzanamadım kâğıda
Hepsi senin içindiler oysa.

Sözcükler uçup gitse,
Kalmasa dudaklarımda
Hissi tamamen aklımda,
Canımda, kilit altında..


25 Aralık 2012 Salı

Kendine iyi davran:-)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 03:16 | 1 Yorum

Ayrılırken bana “kendine iyi davran” dediğinde, yüzünde diğer insanlardan farklı bir veda cümlesi söylemiş olmanın verdiği hazzı, tıpkı bulaşık deterjanı reklamlarında, bardağın “cink” diye parlaması gibi, sırıtışında gördüm. Bu artık kendi niyet bozukluğumdan mı yoksa bir arkadaşımın kendini överken diline pelesenk ettiği gibi, üçüncü gözümün açık olmasından mı bilemedim. Diyemez miydi herkes gibi “kendine iyi bak”.
Düşündüm ondan ayrıldıktan sonra yolda, kendine iyi bakmak, hasta olmamak için üşütmemek, ağır taşımamak, beslenmeye dikkat etmek, bilgisayar başında çok kalırsam iki üç saatte bir boyun kireçlenmesini önleyici hareketleri yapmak, saçını başını düzgün tutmak, günlük temizlik vs. Peki ya kendine iyi davranmak. Daha içsel bir olgu bu. Fizikselin ötesine geçmek ve ruha hitap etmek gibi. Kendim için hareketlerimde ve sözlerimde iyi olmanın dışında düşüncelerimde de iyi olanı seçmek gibi. Günün sonunda bana kendimi en iyi hissettirecek olan benim kendime olan tutumum değil mi? Bizler kan kussa da kızılcık şerbeti içtim diyenler değil miyiz? Maskelerimiz yok mu bizim? Çıkmaz mı sonunda öfke dışarıya, düşmez mi maskelerimiz bizim? Düşer be ya! Sen kendine ne kadar iyi bakarsan bak, maskenin altından olur sızıntı. Peki ya kendine iyi davranmak, maskenin altının pırıl pırıl olmasına sebep olmaz mı? Olur vallahi! İyi de o zaman maske mi olur? Olmaz vallahi! Zira kendine iyi davranan başkalarına da doğal yoldan iyi davranır. Kendisi ile iletişimi iyi olanın başkaları ile de iletişimi iyi olur.
Sanırım yaşamı dönüştürmek değiştirmek, bekli de sanat gibi yaratmak burada yatıyor. Bu dönüşüm ise sahip olduğum meziyetlerimi erdemlerimi ortaya çıkarmadan, kullanmadan olmuyor. Yani ruhumun mücevherlerini parlatmadan olmuyor.
Şimdi soruyorum, bugün;
Hangi davranışlarım sevgiyi ortaya koydu?
Kendimi hangi dakikalarda huzurlu hissettim?
En çok hangi anlarda mutluluğu hissettim?
En güçlü olduğum an ne yaptığım andı?
En bilge tavrım hangisiydi?
En saf dakikalarımda aklımda ne vardı?  

Bu soruların altlarını doldurabiliyorsam kendime iyi davranmaya niyet etmiş, bu soruların cevaplarını “gün boyu” na çevirebiliyorsam kendime iyi davranmaya başlamışım demektir. Maskeye kimin ihtiyacı var?

Gerçekten dilerken kendime iyi davranmamı, sen de bunları mı düşündün? 
Sağolasın:)

21 Aralık 2012 Cuma


Birkaç sene evvel, Adana’ya gitmiştim genç bankacılarla birlikte olmaya. Yeni işe başlamış, gözleri pırıl pırıl, hevesli gençlerdi hepsi. Bankanın uyum(oryantasyon)eğitimiydi, onların üç haftalık maratonunun bir haftası benimle geçti. Bu süre uzun olunca birbirimizi tanıma, yakınlaşma, bol bol sohbet etme fırsatımız da oldu. Bir akşam Eski Saat’te adını unuttuğum bir kebapçıda, sokak ortasına kurulan kocaman bir masada, bu tatlı gençlerle kahkahası bol bir ziyafet çekmiştik. Beni arkadaş gibi kabul edip davet etmelerine bayılmış, bir o kadar da mesafeli saygılı duruşlarına hayran olmuştum. Unutamadığım banka eğitimlerinden biridir bu. İçlerinden birisi son gün yanıma gelip, boynumdaki akik gümüş kolyeyi hiç beğenmediğini “kara kara bu hocam size yakışmıyor, siz daha canlı daha eğlenceli şeyler takmalısınız” demiş ve mavi boncuklu hala sakladığım kolyemi bana hediye etmişti. Bir akşamüzeri ise Ayşe Ballı’nın yaptığı poğaçaların üzerine üşüşümüzü hiç unutmam. Tarifini istemiştim, unutmadı eğitim sonrası bana e mail attı. Son zamanlarda bu genç arkadaşları çok düşünür oldum zira Ayşe’nin o güzel tarifini biraz değiştirerek kendime göre yorumladım. Temel koyulacak malzemeler var sonrası senin yaratıcılığına kalmış. Evde ne varsa koy karıştır! Çıkar değişik tatları ortaya. Her seferinde bir diğerine benzemedi yaptığım, yani bizler gibi, insanlar gibi. Temelde aynı olan özümüzün, yaşadıklarımızla tatlanmışlığı gibi. Hayatı acı mı yapacağız, yoksa tatlı mı? Maddenin esiri mi olacağız, yoksa aklından kalbine ulaşan zenginlikle kuşlar gibi özgür mü? Kim özgür olmak istemez? Özgür olan yorulmaz, özgür olan yük tutmaz. Hayatlar alt üst olduğunda yerin altındaki değerli madenler gibi çıkar ortaya zenginlikler. O madeni bulacak detektör ise iyi niyet, güler yüz.

Hepimizin kalbindeki detektörü fark etmesi dileği ile daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapıyor ve yazılarımda ilk defa sizinle bir tarif paylaşıyorum. Eğer yaparsanız, yaparken fark edin lütfen içine ilave olarak attığınız her malzeme sizin seçiminizdir. O an elinizde bulunan malzemeler her ne ise, neyi koyacağınıza karar vererek yaratacağınız tat sizindir. ÖzgürsünüzJ Ağzınıza layık keyifle yiyeceğiniz kurabiyeler yapasınız.

Derin bir kaba aşağıdaki malzemeleri koyun ve iyice çırpın.

1 su bardağı sıvı yağ
1 su bardağı yoğurt
1 su bardağı su
1 küçük çay bardağı şeker
1,5 tatlı kaşığı tuz

Yavaş yavaş kevgirden geçirdiğiniz unu ilave ederken tahta kaşıkla karıştırmaya devam edin.
Artık hamur yoğunlaşmaya başlarken, 1 paket kabartma tozu ve 2 tatlı kaşığı karbonatı una karıştırarak dökmeye devam edin. Hamur hafif, yumuşak ama yapışmayan bir hamur oluyor.
Buraya kadar yazdığım tarifin sade hali, yaratmak istediğiniz lezzeti, ki bu içine bol dereotu koymak, o yoksa birazcık kimyon ve kekik koymak, su salmayan sebzeleri minik minik doğramak, haşhaş katmak, çörek otu koymak olabilir, daha henüz unu ileve etmeden, diğer malzemeleri çırptıktan sonra koyarak yaratınız. Afiyet bal olsunJ

5 Aralık 2012 Çarşamba

Renin gibi

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:09 | Yorum Yap

Resim çizsem morlu sarılı yeşilli
En çok hangi çiçeğe benzer desem
Neresine koysam onu tualin
İnce zarif ruhlu mor menekşem
Ne dost desem ne akraba

Geriye ne kaldı diyene
İnsanı tarif etsem
Bir ırmak olup akan yılların
İçine sadece çiçekler eksem

Zeynep





1 Aralık 2012 Cumartesi

Bu sene üniversiteye hazırlık senemiz

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 19:55 | 2 comments

İki gün önce Facebookta oyalanırken bir arkadaşımın sayfasında bulunan çocukluk resimlerimize ulaştım. Hande, bir yaz tatilinde Amerika’ya teyzesinin yanına gitmişti, gidiş o gidiş. Tüm lise yıllarımız onsuz geçti, gelenle gidenle gönderdiği gençlik dergilerinin içine sıkıştırılmış mektuplarda paylaşıldı sırlar. Bakarken resimlerimize, aklım o yaşlardaki halime çekildi. Annem hep yakın arkadaştı bana, hata yaptığımda paylaşabileceğim bir arkadaş. Sıkı sıkı tembih ederdi, darda kaldığında ilk annelere söylenir çünkü bir annenin sevgisi öyle büyüktür ki yaptığını beğenmese de senin için en tarafsız olandır o, sadece senin iyiliğini düşünerek sana ne yapman gerektiğini söyler. Beni severken, överken senin kızında senin gibi olsun derdi. Ne güzel bir övgü değil mi? Ben de kızımı aynı sözlerle büyütüyor ve onu aynı övgü ile seviyorum. Ama annemin gözden kaçırdığı kara tarafı bertaraf etmek için, senin kızın da senin bu güzel huylarına sahip olsun olsun diye seviyorum.

Ah şu kara taraflar yok mu? O kara tarafıyla karşılaştığımda, hemen o zamanlardaki duygularımı ve bana onları yaptıran içimdeki antagonisti düşünüyorum. Aldığım ama uygulamadığım nasihatleri, ila da duvara mı çarpman lazım? sitemlerini aklıma getiriyorum.

Bu sene üniversiteye hazırlık senemiz. Okul açılışı ve yoğun dershane programı başlarda stres yarattı zira güzel kızım, "benim ve babasının istediği gibi" derslere erkenden kapanmadı. Evde gerginlik, bizim onu hizaya sokma çalışmaları derken sıkı takip ve Nisan’ın isyanı. Evde mutsuz dönem.

Mutsuzluk varsa yanlışlık da var. O zaman doğru olan ne? Hep beraber oturduk, o bizi dinledi biz de onu, sesler yükseldi,göz yaşları ziyan oldu ve en sonunda, doğru olan herkesin üstüne düşeni yapması, kendi sorumluluğunu üstüne alması dedik. Bunun için güven, sabır ve işbirliğinin dengesi gerekti. Onun yerine çalışamayız ama onun ortamını düzgün tutar, vaktinden çalan, konsantrasyonu bozan ne varsa ona göre ayarlayabilirdik. Çenemizi sıkı sıkı tutar, sabreder ve işlerin düzene girmesini bekleyebilirdik. Biz de öyle yaptık. Zaman zaman benim sabrım taştı, Murat yatıştırdı, onun ki taşınca da ben. Önceleri sadece olması gerektiği için var etmeye çalıştığımız huzur, yerini doğal huzura bıraktı galiba. Şimdilerde kızım dengeyi tutturmuşa benziyor. Sonuç her şey olabilir, kazanır ya da kazanamaz ama herkes elinden gelenin en iyisini yapmış olur. Önümüzde daha bir kaç ayımız var. Sabrın sonu selametmiş. Hepimize sabırlar ve evlatlarımıza başarılar. 



7 Kasım 2012 Çarşamba

Venüs bana göz kırpınca

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 00:07 | 6 comments

Sabahın erken vakti, kahvaltı hazırlıyorum kızıma, gözüm mutfak penceresinden gökyüzünün taze rengine takıldı. Güneşin ilk ışıkları derinlerden geliyor, gökyüzündeki bulutlar alttan aydınlatılan modern sanat eserleri olmuş. Öyle bir renk ki bulutların üzerine oturduğu, sanki palette lacivert, mavi, beyaz ve turuncu şöyle bir karışmış, özenle tabloya saçılmış. Gayri ihtiyari havayı yüzümde, serinliği bedenimde hissetmek istedim ve çıktım balkona, kafamı uzatır uzatmaz ışıkların yayıldığı taraftan pırıl pırıl Venüs Yıldızı görüş alanıma girdi. Bir an köşeden dönünce sevgiliyi karşısında bulan genç kız gibi attı kalbim. O da beni gördüğüne sevindi, bana gülümsedi, göz kırptı ne çabuk unuttun birlikte geçirdiğimiz hafta sonunu hani yazacaktın bizi dedi..

Ağustos sonunda, Antalya Saklıkent’te 2,000 metre yükseklikte, memleketi kavuran sıcaklardan uzak Tübitak 15. Gökyüzü Gözlem Şenliğine katıldım. Gün boyu düzenlenen seminerler, etkinlikler, gece boyunca yıldız seyirleri, teleskopların başında sabaha kadar yapılan gözlemler, anlatılan hikayeler, tanısın tanımasın yanındakine soru soranlar, bilgisini başkası ile heyecanla paylaşanlar, hepsi inanılmaz keyifliydi. Demet ve Boydan’la tüm Avrupa’yı gezmiş tecrübeli çadır, kızımın ilkokulda gittiği bir geziden kalma uyku tulumu ve yanıma aldığım çok az eşya ile ilkleri yaşadığım bu hafta sonunuydu.

Bir organizasyonun mükemmel olması için hem düzenleyenin hem de katılanın niyetinin ne olduğu çok önemli. Oraya ayak bastığımız andan dönünceye kadar gönüllü görev yapan amatör gökbilimcilerin heves ve coşkularıydı beni etkileyen. Eflatun tişörtlü bu gençler kimsenin gözünde soru işareti olmasına izin vermedi. Sağım, solum, önüm, arkam, hep gülen gönüllü! Saklıkent'e erken varanlardan olduğumdan, vadiye bakan ilk sıraya çadırımı da onlar kurdu.
Yapılan sunumların içinde gökbilime gönül vermiş, büyüyünce astronot olma hayalinin sadece hayal olarak kaldığı, şimdi bir erkek çocuk sahibi olan Nurcan’da vardı. Nurcan, şenliklere ilk katıldığında “Teleskop nasıl yapılır?”ı dinlemiş, araştırmış, denemiş ve başarmış. Evinin baş köşesine yerleştirdiği teleskoptan bir tane, bir tane daha derken bunun apartman dairesine uygun bir hobi olmadığına karar verip harika bir çözüm üretmiş. Şimdi onun yaptığı teleskoplar, İstanbul’dan Kilis'e kadar okullarda, denizi bile daha görememiş çocukların, gökyüzünün derinliklerini keşfetmesine yarıyor. Katılımcılar arasında bulunan Kilis İlkokulu’nun öğretmeni, mevsime göre erken bastıran kar, kapanan yollara rağmen, Nurcan’ın sadece sözünü tutmak, aydın yarınlar için meraklı gençlerin yetişmesine katkı sağlamak  adına, hangi koşullarda oraya nasıl vardığını anlattı. 2000 den fazla çocuğu gökyüzü ile tanıştırmış bu hanımı herkes gibi yürekten alkışlarken, malum sulu gözlülüğüm sebebi ile tutamadığım gözyaşlarımı gülümseyerek sildim.

Nurcan şimdi Ankara’da yaşıyor ve kurduğu atölyede (http://www.ilkteleskobum.org/) şimdi çocuklarla birlikte teleskop yapıyor. Bizlere de anlattı nasıl yapıldığını. Zaman isteyen ama kolay, yeter ki insan istesin türünden bir uğraş. O, her gece oğlunu bir takımyıldızı masalı ile uyuturken, aklını ve zamanını verdiği hobisini faydalı bir hale getirmiş. 500 ile 5000 TL arasında mal edebildiği teleskoplara kendisine Uzaylı Zekiye muamelesi yapılmasına aldırmadan sponsor arıyor. Yolun açık olsun Nurcan..

7 Ekim 2012 Pazar

Mutluluğun bana göre tarifi:-)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:31 | 2 comments

Mutlu olmayı düşünüyorum..Hepimizin farkında olarak ya da olmayarak amaç edindiği mutluluğu. Kendimce bir tanım bulmaya çalışıyorum. Kelimelere dökmek zor geliyor bana. Sadece hissedebileceğim bir şey.  Peki o zaman hislerimi yazıya dökebilir miyim? Bilmem, denerim:-)
Gözlerimi kapasam ve tarife başlasam..Hımm evet, seçeceğim ilk kelime hafiflik olur, bende yarattığı his bu çünkü. Düşüncelerde hafiflik, ilişkilerimde hafiflik, yaptığım seçimlerimde hafiflik, taşıdıklarımda hafiflik, hayatın gidişatında hafiflik..daha liste uzar gider.

Düşüncelerde nasıl hafif olurum ki? Tersten gitmek daha mi kolay, o zaman ‘ağır’ olan düşünce nedir? Buldum! O, dudağımı büken, kalbimi buran, yani benim hiç ihtiyacım olmayandır. İhtiyacım olmayanı taşımak, işte bana yük olan da budur. Hemen alır da, atar mıyım o ağır düşünceyi bir kenara?  Cevabı ararken, çocukken duyarak büyüdüğüm bir söz daha, ‘tek elin sesi çıkmaz’ karşıma dikiliyor o vakit. 

Bu söz bana diyor ki;
-Zeyno, ne ise alıp kenara atacağın, atmadan önce üstüne düşeni bul, başkasının yaptıkları ya da yapmadıkları ile ilgilenmek yerine, sadece kendi yaptıklarınla ilgilen ve gözünden ne kaçtıysa, takıldığın hangi çıkıntı ise yont onu.
Kendi çıkıntımı yontup, kafamın içinde ve hatta dışına taşmış olan düşünce balonlarını birer birer patlattığımda ise… Ohhh..Ferahlık!! Hafiflik!! Bu bazılarının dediği gibi umursamazlık değil bence, sadece kendini düşünmek değil, aksine diğerlerine saygı göstermek, aslen kendine saygı göstermek olur.

Bugün birisi kulağıma fısıldadı ‘öz-saygıda dengede durmak yaşam bilmecesini çözmektir, mutluluğun anahtarını edinmektir’ dedi. Bu öyle bilmece ki her gün başka türlü soru var:-) . Kimi bunları biriktirir, ‘aman, sonra çözerim der’ atamaz da, yüküyle yaşar. Kimi ‘aman bana ne der’, hep karşısına aynısı hatta daha zoru çıkar da geçmez o burukluk asla. Kimi gayret gösterir, kullanır o anahtarı açar mutluluk kapısını. Anahtarı elinden almak için fırsat kollayan olsa da o anahtarı hep kalbinde, aklında taşır. Ben gayret gösteren olmak istiyorum. 

Hepimize denge içinde günler dilerim..

17 Eylül 2012 Pazartesi

Bu sonbahar başka güzel.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:56 | Yorum Yap

Kızımı sabah okula uğurladım. Evlatlarımız için hayırlı bir yıl olsun. Bu sene bizim üniversite hazırlık yılımız, dershane’nin bir ayını geride bıraktık, bakalım önümüzdeki aylar bize neler gösterecek ve tabi gayretlerin sonucu ne olacak.

Bu sonbahar sanki İstanbul’da yaşadığım en güzel sonbahar. Sadece kısacık bir mevsim geçişi olarak değil de, keyifle hissettirdi kendini.  Mevsimin tüm özellikleri,güzellikleri seyrediyor ..Güneş ısıtıyor, gölge serinletiyor, nem artık yok, Adalar burnumuzun dibinde, hava sanki kaldıraç gibi.  Dün gece arka balkonumda rüzgarın savurduğu yaprakların sesleri ile yağmur sesi karıştı birbirine, uzakta çakan şimşekler, gök yüzünün karanlık mavisi içinde bulutların aydınlığı, yüzüme rüzgarla arada sırada çarpan incecik damlalar, şehrin ortasında ciğerlerime dolan henüz kirlenmemiş taze hava ve o anda olmanın coşkusu ile ardından deliksiz bir uyku.

Benim deliksiz uykumun sırrı, yatmadan önce yarım saat beni tatlı uykuma hazırlayacak, düşüncelerimi yavaşlatacak bir faaliyette bulunmak oluyor. Bu yarım saatte ne TV, ne bilgisayar, ne de telefon ile uğraşıyorum. Yatak odamı uyku öncesi mutlaka havalandırıyorum. Eğer yatmadan önce günlük düşüncelerimden sıyrılabilirsem hem güzel bir uyku çekip hem de sabaha hafifçecik, erkenden uyanıyorum. Tıpkı bu sabah uyandığım gibi. Aynaya baktığımda daha gülen yüz, umut dolu gözler, bana verilmiş imkanlara şükran hissi ile karşılaşıyorum.

Hepinize hafif bir hafta diliyorum:-)

13 Eylül 2012 Perşembe

Ah şu yol ayrımları..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 14:06 | 1 Yorum
Kendimi değerlendirdiğimde değiştirmek istediğim, üstesinden gelmeye çalıştığım ne garip davranış kalıplarım var. Etrafımda olan olayların sonucu verdiğim tepkiler, öyle olmaması için çaba harcadığım halde gidip aynı noktaya saplanıyor bazen. Aklım beni tetikleyen zihnime basbas bağırıyor."oradan değil, oradan değil sağa sap, sapsana sağa, hoooppp duymuyormusun!", "Duyuyorum, duyuyorum ama direksiyonu kıramıyorum, sıkışmış araya birşey sıkışmış" ve sonuç aynı nokta:-) Google map de saplanan iğnecik gibi. Evet gülüyorum ağlanacak halime! Ama buna da şükür, eski Zeynep sadece oturup kendine ağlıyordu, en azından şimdi hem yol ayrımını fark ediyorum hem de gitmek istediğim noktayı biliyorum hatta zaman zaman sıkışanları ezip çeviriyorum da direksiyonu. Kolay mı? O araya sıkışanlar onca yaşanmışlıkla oluşan davranış alışkanlıklarım. Bunları yaratan ise kaybetme korkum. Neyi kaybedeceğim ki ben, bedenim bile benim değil, hiçbir şey bana ait değil, kimse bana ait değil. Bana ait olan sadece aklım var, zihnim ve anılarım var. Allahın verdiği güçle aklı kullanıp zihni doğru yola sokmak ve bolca güzel anı yaratmak hepimize nasip olsun..   

19 Temmuz 2012 Perşembe

Anlaşmak..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:32 | 1 Yorum

Ne kadar çok insan tanıdım bu yaşıma kadar. Az ya da çok yine de onları tanımaya yetecek vakit geçirdiklerimi düşündüğümde kimse kimseyle benzeşmez. Ben kimseyle benzeşmem. İyi huylular, kötü huylular ya da iyi huylarımla kötü huylarımla bir eşim daha yok. O zaman 'anlaşmak' mümkün müdür? Tıpatıp aynı düşüncelere sahip olmak, aynı şeylerden hoşlanıp, aynı yeteneklere sahip olmak mıdır anlaşmak? Bir arkadaşım bloğunda fonetik açıdan kelimelerden bahsetmişti, onda yarattığı etkiden. Aklıma geldi de baksanıza ‘anlaşmak’ kelimesi nasılda akıp gidiyor. Kelimeyi telaffuz ettiğinizde sanki sırtınızdan bir yük kalkıyor, bir hafiflik sarıyor sizi, birkaç dakika daha geçirdiğinizde zihninizde bu kelime ile, gülümseme yayılıyor yüzünüze. Anlamak var kökünde, kim istemez anlaşılmak, niyetinin doğru sorgulanacağını hatta sorgulanmayacağını bilmek. Onun rahatlığı ile zırhsız, maskesiz çırılçıplak olmak. Hafiflik buradan gelir, yüksüz olmaktan. Ama kelime öyle ki tek taraflı anlamak bir işe yaramaz ya da tek taraflı anlaşılmak. Anlaşmak lazım anlaşmak. Karşılıklı hafiflemek, karşılıklı açık olmak, karşılıklı niyeti bile sorgulamamak, karşılıklı anlamak. Ha olmuyor mu bu karşılıklı anlamak, o zamanda çözüm beklentisiz olmak.

23 Haziran 2012 Cumartesi

İnanç

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:22 | 2 comments

İzmir’de oturduğum yıllarda, çok sevdiğim ama araya yollar girdiği için ancak telefonla hasret giderebildiğim sevgili arkadaşımla sohbetimiz sırasında bana “aslında fark ettim ki galiba ben inancımı yitirdim” demişti. Birkaç gündür bunun üzerinde düşünürken tam zamanında bir de hikaye dinledim. Kendine sürekli olarak bir bufalo olduğunu söyleyip duran adam artık buna öyle inanır olmuş ki, dar bir kapıya geldiğinde “ben buradan geçemem, boynuzlarım sığmaz ki” deyivermiş. Ben inancı nasıl yaratırsam, hayatta benim önüme beklediklerimi koyuyor hep. İster tesadüf, ister mucize, ister şans hepsi benim inancımla paralel gidiyor.

Bunları düşünürken aklıma annemin, çok genç yaşta kaybettiğimiz bir arkadaşı Nuran Teyzem geldi. Nuran Teyze giyinmeyi, süslenmeyi seven, her zaman kıkır kıkır gülen, konuşkan ama konuşurken  kendini daha da özel kılan, “s” ve “z” harflerinin yerine değişik bir “ş” sesi çıkaran bir hanımdı. Allah rahmet eylesin, aklımda hareketliliği, yüksek enerjisi, her daim şıklığı ve gösterişli takıları kalmıştır.

Ben o zamanlar lise son sınıftayım ve harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Sene sonu yaklaştıkça mezuniyet kıyafeti konusu malum ortada dolanıyor ve yoğun hazırlıklar başlıyor. Annem güzel dikiş diker, doğal olarak kumaşlarım alındı model belirlendi. O sana yakışır bu yakışmaz tartışmaları vs derken annem elbisemi biçti ama ipek satenin biçkisini supriz bir şekilde yapamadı. Aman boş ver başka kumaş alırız yeniden yaparız diyeceğimiz zamanımız yoktu ve arkadaşlarımın elbiseleri hazırlanmıştı bile. Normalde giyim kuşama düşkünlüğüm yoktu ama annem bize ve dahi arkadaşlarıma hep güzel şeyler dikerdi. Her neyse, elbisemi annemin yapamayacağı ortaya çıktıktan sonra tam benim dudağımın bükülmesi ve annemin suçluluk duygusu ile omuzlarının çökmesinin üzerine Nuran Teyzem ve Hasan Amcam bize misafirliğe geldi. Evde ki mahsun hava sebebinin sorgusu suali derken Nuran Teyze el çırpıp “seni İstanbul’a benim terziye götüreceğim” dedi. Hasan Amca’da “kız ben de sizi arabayla götürüp getireceğim” . O zaman ki afallamayla karışık sevincimi düşünebiliyor musunuz?

Rahmetli Nuran Teyzemi bu tatlı anıyla hep güzel ve minnetle andım ama asıl onun büyük mirası başkadır. Biz İstanbul yolunda giderken bir dua öğretti bana, “ne zaman başın çok sıkışsa bu duayı oku, bak üniversite sınavına da gireceksin” dedi ve elime yazıp verdi. O andan sonra bu dua, benim tüm müşküllerimi çözdü gitti. Her zor durumda gözlerimi kapatıp, çok içten söyledim o kelimeleri çünkü biliyorum içim ferahlar ve düğümler çözülür. Kaç defa test ettim, kaç defa..

Yapmadığım bir şey var aslında, ben bu duamı kimseye öğretmedim çünkü uğurunun kaçacağına inandım ama şimdi artık ben her güzel şeyin paylaşılması gerektiğine inanıyorum. İşte müşkülleri yok eden duamJ

Sıtkı sadakat,seyyid’ül Ahmet
Yetiş imdadıma ya Muhammed
Sırrımın süphanı Allah, derdimin dermanı Allah
Müşkülüm çoktur yardımcı ol ya Allah..

Her şeye rağmen müşkül devam ediyorsa, eh bu da hayradırJ

Tüm müşküllerinizin yok olması dileği ile..

21 Haziran 2012 Perşembe

Hindiba gibi..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 19:17 | 2 comments

Rahmetli dedemle anılarımın içinde Yeşilköy-Sirkeci hattı tren yolculuklarımız vardır. Kaç yıl oldu treni unuttum. Şimdi Göztepe tren istasyonundayım. Yıllardır bu sevimli binanın önünden geçer dururum. İçeri girince merdivenlerle aşağıya istasyona iniyorsunuz. Dışarıda çılgın trafik ve uğultulu gürültüye rağmen ağır bir sessizlik var trenin beklendiği yerde, uğultu hiç yok. Sessizliğe uyumlanmış insanlar küçük adımlarla yürüyorlar, topuklardan bile hiç ses çıkmıyor. Yoksa ses çıkıyor da bu bina, bu tünel, bu raylar, rayların altındaki çoğu aynı boyda hem beyaz hem de trenin yağları ile karalaşmış taşlar mı yutuyor sesleri?

Eskilik, yenilik, zenginlik, fakirlik, temizlik, pislik, yeşillik, karşı yön tarafında kendisine özel yer ayrılan koca zakkum ağacından yayılan neşeli pembelik,desenli karolar üzerinde çekilen bavulun rahatsız etmeyen tıkırtısı ve en sonunda trenin yaklaşan traka da traka sesi. Adımımı atarken içeriye, düşünüyorum, yaşlanınca zor olur bu tren eşiğinden atlamak. Ray sesleri ile gidiyorum zihnimdeki uzaklara, havalandırmanın tatlı serinliği ile temiz bakımlı koltuklar üzerinde otururken,  sağa sola salınıyorum. Tren kavalyem olmuş dans ediyoruz da o beni idare ediyor ben de bedenimi ona uyumluyor gibiyim. Rüzgarda salınan bir hindiba olduğumu düşünüyorum. Onun ince sapı olmuş benim bel kemiğim, üzerinde kocaman tüylerle dolu çiçeği ise benim düşüncelerle dolu başım.

İki durak sonra, yeşil ağaçların arasından denizin mavisi ve adalar giriyor manzaraya, ne çabuk geldim Küçükyalı'ya..

O ses de ne?Acı acı genizden gelen ses gibi..İki tren selamlaşıyormuş meğer..

İdealtepe’ye gelince fark ettim ki, üfleyince hindibanın uçup giden tüyleri gibi, kafamdaki düşünceler de, ön tarafta açılan pencereden giren hızlı esinti ile uçuşup gitmiş, ben sadecik kalmışım.

Kavuştum İlham Perimle

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 01:32 | Yorum Yap

10 Ocak 2012 tarihinde ‘Ben Bir Ressamım’ başlıklı yazımı okudum. Beni kıskandım. Ne güzel bir resim çizip kendimi oturtmuşum içine.

Güçlü, umutlu, inançlı, koca dalgalara hazırmışım. Beklemişim dalgayı, meydan okumuşum ona, sanki biraz da küçük görmüşüm. Her meydan okunan gibi o da silkinmiş, hazırlığını hiç gecikmeden yapmış ve gelmiş çarpmış bana. Bir tane yetmez miydi? Kalakalmışım, afallamışım, kapanmışım içime, akmaz olmuş kelimeler, ilham perim kaçıvermiş. Aman da ne nazlıymış ilham perim. Zora gelememiş bırakıp gidivermiş beni. Bekleyip durmuşum onu günlerdir.

Ama bugün birden bir his geldi ve kapıyı çalıverdi, dedi ki “Zeynep, ilham perin seni çok özledi, sen kapıları kapatıp onu dışarıda bıraktığından beri, aç kalıp başka diyarlara gitti. Artık onu beslemelisin.” O cesur hisse bakakaldım, e tabi ya! Ne suçu vardı ki benim perimin.

 Akıl hemen uyandı, bir gerindi, fişek gibi fırladı ve koştu ilham perisine. Anlattı derdini, ne yapsın son zamanlarda onun da yükü ağırdı tabi, ha bire doğruyu yanlışı ayıkladı durdu, “Kusura bakma sevgili peri, senin en sevdiğin şeydi rutinin dışına çıkmak, ansızın karar verilen ufak seyahatler, yeni bir kitap, yeni başlangıçlar, keşifler, daha önce yapılmayanları yapmak, yeşil ve mavi. Biz bunları unuttuk, di mi?” dedi. İlham perisi hafifçe gerdan kırdı, gözlerini süzdü, gelin kız gibi bir iki kırpıştırdı onları ve pembe yanakları gülümsemesiyle aydınlandı.

Ben kapıyı aralayıp, etrafta neler varmış bakalım deyince perim hiç naz etmeden girdi koluma. Köprüden geçerken turkuvazını Boğaziçi’nin, irili ufaklı gemilerin ardından sürüklediği bembeyaz köpüklerin, parlak güneşin tadına vardık ve gittik bir yazarın, Selim İleri’nin söyleşisine katıldık. Birlikte olmayı ne çok özlemişiz. Kavuştuk ya, artık daha sık yazarızJ

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kucaklaşma

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 13:42 | 3 comments

Kocaman iki kol sarar seni, dünyanın yükü sırtındayken kuş olur uçarsın. Nefes almakta güçlük çektiğin bir anda oksijen maskesinin burnuna kapanması gibidir. Kapatır gözlerini, tüm nefes yolunda hissedersin bahar yağmuru sonrası hanımeli tünelinden geçerek girdiğin gül bahçesinin kokusunu.  O taptaze havayı hücrelerinin içine alır, yenilenirsin. Öyledir ki yapbozun parçası gibi oturursun göğsüne, kalp bile atmaz büyü bozulmasın ister, zaman durur, yer çekimi yok olur. Sırtında,kürek kemiklerinde hissettiğin ellerden yayılır sıcacık sevgisi. Güveni hissedersin, kendini hissedersin, yaptıklarını, yapacaklarını hatırlarsın. Dudaklarına yayılan gülümseme asılda özündür senin. Gözlerini açtığında bilirsin ki o hep yanında, sabah, akşam, gece, gündüz. O anne, baba, bazen çocuk, bazen sevgilidir. Seni kucaklayan O'dur.

Hepimize nice böyle kucaklaşmaların farkındalığı dileği ile.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

İyi dostlar biriktirdim..Hepsi ailem oldu.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:44 | 8 comments

Şebnem Ferah’ın şarkısının bu iki satırı bugünlerde ağzımdan düşmüyor çünkü biriktirdiğim iyi dostlarım her an bunu hatırlatıyor, o zaman da ben dünyanın en şanslı insanıyım diyorum.


Şansım Karadeniz Ereğli gibi seçilmiş birçok insanın bulunduğu küçük kasabada başlamış. O zamanlar Ereğli Demir ve Çelik fabrikasının kuruluş yılları, artan nüfusa karşılık yetmeyen sağlık imkanları sebebi ile ailede yüksek otorite, deniz subayı dedem, annemin İstanbul’da doğum yapmasını uygun görür, derken kara ulaşımının pek yeterli olmadığı küçük kasabamda annemin Ereğli’den İstanbul’a doğum için Samsun gemisi ile gitmesi kararlaştırılır. Ekim ayı, dalgalı bir hava, limana yanaşamayan bir gemi ve gemiye binmek üzere sahilde karnı burnunda olanları merakla seyre dalan 19 yaşında küçük kız, annemJ. Uzun süren yanaşma mücadelesinde deniz galip gelir ve annem gemiye küçük bir botla götürülür. Sağı solu ıslandı mı?, içinde bebek çeyizlerini yerleştirdiği çantasını taşıyan biri var mıydı? bu detayları sormak isterdim ama ben, o koca karınla gemiden uzatılan merdivenden nasıl çıktığına takıldım kaldım.

Doğum sonrası Ereğli’ye dönüş ve Enver Usta’nın evinde geçirilen bebeklik yıllarından sonra, Meydanbaşı durağında, Ereğli’nin ilk büyük marketi Erko’nun yanındaki daha konforlu evimiz.. Yaşadığım o zamanları hatırlamasam da, henüz iki gün önce, bu evde komşu oturduğumuz Filiz Teyzem ve Doğan amcamın 50. evlilik yıldönümlerinde yeniden dinlediğimiz onca anı var. İşte biriktirmeye o zamanlardan başlamışım dostlarımı ben..Meydanbaşı durağındaki evden ilk arkadaşım Yeşim, sobalı evden kaloriferli lojmana 3-4 yaşlarında taşındığımda kapı komşum Hande’m, ilkokul üçüncü sınıfta okul müdürümüzün beni çağırıp ‘tut elinden arkadaşının sınıfa götür’ dediği ama hala ellerimizin sıkı sıkı tutuştuğu Arzu’m, düdüklü tencerede kek yapıp ya patlarsa endişesi ile en arka odada saklandığımız Demet’im, sabah uyanıp, yatarken çıkarmak üzere patenlerimizi giydiğimiz ve sokağın sonunda Gima’nın bulunduğu yüzeyi mermer geniş alanda akrobatik hareketlerle yarıştığımız Erten’im.  Basketbol topunun ardından koştuğum takım arkadaşlarım, bu hafta sonu sınıf toplantısında olacak mıyım diye beni ard arda arayan, hepsine sıkı sıkı sarılmak istediğim sınıf arkadaşlarım..Aklıma düştüğü anda beni arayan Cemal’im. Okul yıllarında kafasını patlatmak istediğim ama şimdi yetiş dediğimde yanımda bitecek olan arkadaşım.Sayarsam yazı bitmeyecek.

Güneşin ardından gelen karanlık bulutlar ve etrafın yağmurla, doluyla alt üst olması sonrası içimde bir anda kabaran yalnızlık hissi mi beni eskilere götüren? Bu yalnızlık hissiyle, bir dosta atılan minik mesaj ve gelen cevapla bana hatırlatılan, yüzümün parlamasına içimde çiçek açmasına sebep olan fırtınalı bir Ereğli havası mı?

Ereğli fırtınalı da olsa, karlı da olsa hep mutlu masal diyarı… Ve bu mutlu masal diyarının çocukları, büyüdüklerinde de en az oradaki dostlukları kadar değerli dostluklar kurmaya devam ettiler. Çünkü sevgiyi orada öğrendiler. Akrabalık bağı olmadan aile olabilmeyi, doğallığı, rahat etmeyi ve ettirmeyi, hayata pozitif bakmayı, kendi durumları ile dalga geçebilmeyi, nazikçe vermeyi, nazikçe almayı orada öğrendiler. Hayatta güzelin de çirkinin de olduğunu ama doğru seçimi yapabilmeyi orada öğrendiler.

Biriktirdiğim ve ailem olan eski yeni tüm dostlarıma bin kere teşekkür ediyorum. Bir sürü arkadaşın olur ama birkaç tanesi dostundur diyenlere de selam ediyorum. Benim kadar şanslı değiller anlaşılanJ

28 Nisan 2012 Cumartesi

Darısı Başıma

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 16:06 | 2 comments

Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşinin bana düşündürdükleri


Dönem dönem kendimi rutinin içine sıkışıp kalanlar içinde değerlendiririm. Ama son birkaç aydır değil çünkü geçirdiğim rahat dönemi sanırım oldukça iyi değerlendirdim. Fırsat buldukça farklı yerlere gidip farklı etkinlikler yaptım yeni şeyler öğrendim. Örneğin gezdiğim fotoğraf sergisinde, fotoshop’un sadece vesikalıklarda kırışıklıkları ve sivilceleri yok etmekten ya da ona buna bıyık takıp, tavşan kulağı yapmaktan ibaret olmadığını, bir insanın hayallerini değişik mekanlarda yaptığı çekimleri birleştirmesi ile nasıl anlatabileceğini, nasıl tablo haline getirileceğini gördüm, etkilendim, heyecanlandım ve yine yenilikler için ilham aldım. Müzelere daha sık gider, sergilere ilgi gösterir oldum. Bir ilk yaparak daha önce ne ismini ne de yaptığı işi duymadığım Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşiye katıldım. Salonda birbirini tanıyan, selamlaşan akademisyenler, sanat eleştirmenleri bir de armut gibi ben vardım. Kenarda oturup izledim. Sanata kırk beşine kadar çok da ilgi duymamış, hala top peşinde koşan ben, film, resim, heykel, fotoğraf her ne ise, bir yapıtı izlemeden, görmeden ve fikir yürütmeden önce, eserin sanatçısı hakkında, yaşadığı hayat, dönem, ilişkileri, travmaları ile ilgili bilgi sahibi olmam gerektiğini o zaman zevk alabileceğimi öğrendim. Birkaç yıl evvel Salvador Dali gelmişti Sabancı Müzesine, Arzu ve Neşeyle birlikte kızlarımızı alıp hevesle gezmiştik. Ben çok hoşlanmadım Dali’nin bilinçaltının dışa vurumundanJ.  Beni irite etti, anlamsız buldum o tablolara bakmayı, oysa arkadaşım Oktay en sevdiği ressamlardan olduğunu söylemişti bana da, ‘nesini seviyorsun’ demiştim o zaman. Cevabını hatırlamıyorum.. Oktay’ın değişik bir bakış açısı yakaladığı muhakkak. Eh benim de babam sanat tarihinde akademisyen olsa farklı yorumlar yapabilirdim elbet. Umutsuz değilimJ Pera Müzesi’nde Goya sergisine gideceğim ancak bu sefer öncesinden  Küratörün yorumunu okudum yani Dali’de olduğu gibi hayal kırıklığı yaşamayacağım zira kendisinin de içimi açan resimler yapmadığını anladım. Küratör; ‘Goya hem aklı hem de kalbi ile çalışan bir ressam olduğu için her şeyi apaçık görebiliyor ve saray ressamı olmasına karşılık, savaşı zafer gösterisi olarak değil insanlık dramı olarak gösteriyor’ diyor. Yani aslında görmek istemeyeceğim türden resimler anlaşılan. Bakalım bunları bilmek bende farklı bir bakış açısı yaratacak mı?

Sanat hep benim sevdiğim gibi hayatın güzel yönünü mü yansıtmalı? 


Hayır, hayatın her yönünü yansıtmalı. İçinden gelen mutluluk dışında acıyı, kıskançlığı, şehveti her şeyi, şu yaşadığımız dünyada var olan her duyguyu yansıtmalı. Geçen akşam yaptığımız kızlar toplantısında Yeşim bana sen küçüklüğünden beri her zaman her şeyin iyi tarafından bakarsın, sana herkes iyidir, her olay hayrınadır, affedersin dedi. Evet mizacım buJ ancak bazen dozu kaçırıp devekuşu farkındalığına gelince yaşadığım hayal kırıklığı çok derin oluyor. Ağır bir bombalama da olsa toparlanıp devam ediyorsun ama karşı taarruz devam ediyorsa direnirken zayıflamak mümkün. Belki de hoşlanmadığım o sanat yapıtları bu zayıflık anlarında ortaya çıkanlar. Bu sabah bir arkadaşım sordu; ‘Bu sessizlik yoga  halimi yoksa depresyon mu’ diye. Gülerek ‘depresyona direnç’ dediğimde aldığım cevap ‘aman bırak çarp yere, daha kolay sıçrarsın yukarı’ oldu.

Neyse ki hep yukarda kalabilen ve darısı başına dilekleri gönderen örnek dostlarım varJ Şimdi bildiğim tüm numaraları uygulayıp hayal kırıklıklarından sıyrılma zamanıdır. 

16 Nisan 2012 Pazartesi

Başrol Oyuncusu ve Yönetmen

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 11:50 | 6 comments

Perşembe akşamı havaalanındayım. Etraf bir kalabalık. Amsterdam’dan gelen uçağın tahmini varış saati 00:12 demek ki bir buçuk saat rötar var, demek ki tarih artık 12 Nisan değil 13 Nisan olmuş olacak uçak indiğinde..
Dış hat gelen yolcu tarafında Cafe Nero açılmış, rahat bir koltuk buldum, ağzım kulaklarımda, içim pırpır, kahvem elimde, uzattım ayaklarımı, açtım kitabımı vaktin geçmesini bekliyorum. Gözlerim kitabın satırlarında dolaşırken aklım gerilerde. Geçmişten fotoğraf kareleri dökülüyor sayfalara, dönüp dönüp tekrar okuyorum anlayamadığım cümleleri. Yok yok, mücadele etmek gereksiz bıraktım satır aralarına sıkışan fotoğraf karelerini artık tatlı tatlı akıyor benim başyapıt filmim. Senaristi ben değilim ama yönetmenliğini yapıyorum. Bir anda dudaklarım büzülüp, tek kaşım havaya kalkıyor. Acaba? Sahiden yönetmenlik yapabildim mi hakkıyla? Hiç sanmıyorum oyuncu o kadar güçlü ki, kendi oyununu çıkarmış hep. Filmin yönetmenliğini o yapmış aslında, ben sadece ona 18 yıl boyunca gerektiğinde destek olmuşum. Kendini öyle güzel ifade etmesini bilmiş ki, unuttuğunda ya da yetişemediğinde arkasından boşlukları doldurmak kalmış bana. Gitmek istediği kendi yolunu yürümüş, arkasından iz sürmek, arada kaçak yollara saptığında höt demek kalmış bana. Seçimlerinde özgür olmuş, kendini yönetmen sanan ben karşısına hayır bu olmaz diye dikildiğimde, ya ikna etmeyi bilmiş ya da vardır sebebi diye tecrübeye isteyerek kendi seçimiyle saygı göstermiş. Ağladığında koynuma girip göz yaşlarını dökmüş, uzun sürmemiş hiç göz yaşları çünkü hep mutlu olmak doğası olmuş. Yanlış yapmış ama ders almasını bilmiş, zayıflıklarına boyun eğerken gelecek darbelere karşı da uyanık olmaya çalışmış. Olamadığında onarmasını bilmiş. Güçlü bir oyuncu olmuş. Yönetmenine güç veren bir oyuncu olmuş. Ben kendimi ölünceye kadar yönetmen sanacağım galiba, güçlü baş rol oyuncusuna saygı gösteren bir yönetmen.
Saat 00:30, telefon çalıyor. ‘Annecim, pasaport sırasındayız. Bavulumu alıp hemen geliyorum, sizi öyle özledim ki’. Canım kızım bende seni öyle özledim ki, ‘hemen hemen gidiyorum kapıya’. Gümrüksüz satış mağazalarına uğrar mı uğramaz mı sorusu, bekleme sürem uzadıkça cevap buluyor. Olsun gülümsüyorum yine de, ben olsam bende kendimi kaybederdim, o genç, otur bekle sözde yönetmen..
Sonunda açılan kapıdan, kocaman gülümsemesi, kendine has giyim tarzı ile minik bavulunu arkasından çekerek gelen, 18 yıl bir gün önce doğmuş zarif bir genç kız çıkıyor. Hoş geldin bir tanem. Ben doğum gününde seninle olamadım. Kocaman sarılıyorum,mis gibi kokusunu içime çekiyorum. ‘Doğum günün kutlu olsun güzel kızım’ ‘Anne nasıl eğlendik, 18 yaş doğum günümü daha güzel kutlayamazdım’.  

11 Nisan 2012 Çarşamba

Mea Culpa

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:54 | 6 comments
Hazır otobüslerden laf açılmışken biraz daha otobüs maceralarına devam edeyim dedim. Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki doğru olan şeyler bize anormal geliyor. Genelde bizim otobüs şoförleri binlerce çeşit insanla karşılaşmaktan bir bıkkınlık durumu yaşıyorlar. Düşünsenize yüzlerce insana aynı sorunun cevabını veriyorsunuz. Kocaman yazsa da önde duran tabelada, yine içimizdeki o güvensizlikle şoföre soruyoruz nereden geçtiğini. Böyle bıkkın şoförlere çok abartmazlarsa saygısızlığı, anlayış gösterebiliyorum. Geçenlerde Kadıköy çarşıdan bizim eve yakın geçen bir otobüs yakaladım, aman Allah’ım içinde hiç de bıkkın olmayan bir şoför. Soru soranlara “buyurun efendim, şu duraktan geçer ya da 100 mt ilerisinden geçer” gibi cevaplar verip, duraklarda frene tatlı tatlı zamanında basıyor. Günümüzde belediye çalışanlarında artık normal olan sakalı, ufak tefek yapısı, temiz kıyafetleri ve güler yüzü ile işini seven bir insan olduğu belli. Durağıma yaklaşırken yanına gittim, kendisine herkese davranışı ve nezaketinden dolayı teşekkür ettim ve dayanamayıp diğer hırt şoförlere de bir gönderme yapıverdim. Bana şöyle karşılık verdi. “Efendim, herkes işini iyi yapmak ister ama söyleyene değil söyletene bakınız” dedi.
Söyleyene değil söyletene bakınız. …Duyarak büyüdüğümüz bir söz daha çaktı kafamda. Hatırlıyorum annem bize çok kızdığında, ağzından yılanlar çiyanlar fışkırdığında böyle söylerdi. Daha iyi hatırlıyorum çok yakın bir zamana kadar Nisan’a doğru fışkıran o yılanlar çiyanların ardından ben de aynı şeyi söylerdim. Yani bu aslında, “efendim beni kızdırıyorlar, e tabi bende kızıyorum bağırıyorum çağırıyorum, laflarım çığrından çıkıyor, arada başka şeylerin açısını da çıkartıyorum  ama olanlar benim sorumluluğumda değil çünkü neden? Beni başkası kızırdı” demek oluyor. “Ben kendi aklımın dizginlerini vermişim başkasının eline, o bana istediğini yapıyor” demek oluyor gerçek anlamda. Yani kendi davranışımın sorumluluğunu almıyorum, oysaki bulunduğum durum ne ise sorumluluğu da tamamen bana ait. Onu ben yarattım. Bu öfkeyi ben yarattım. Geçmişten gelen ne biriktiyse o an fışkırttım işte. Stefano E. D’anna-Tanrılar Okulu adlı kitabı okurken üzerinde en çok düşündüğüm konuydu bu. Her durumun sorumlusunun ben olduğum ile ilgili bölüm. Mea Culpa. Ne zaman birilerine kızarsam, üzüntülerimin sorumluluğunu başkasına atmaya kalkarsam aklımdan geçen kelimedir Mea Culpa. Kendimi hizalayıverir işlemeyen çözümleri işler hale getirmeye çalışırım. Bu benim yanlış duyarak büyüdüğüm bir söz..Peki neden böyle bir söz söylenip durur, o zaman başka bir doğru anlamı olmalı.. Söyleyene değil söyletene bak.
Yunusun dediği “bir ben var benden içeri” deki aslında o “ben” olmasın bunu söyleten? Söyleyen ağzın ne kabahati var. Komut veren beynin ne kabahati var. Kirlilikten çalışmaz olmuş akıl süzgeci, temizlemeye çalıştığım geçmişin yükleri  ve dizginlerini kontrol edemediğim zihnim olmasın o “ben”? Özlediğimiz ise o saf "ben", bulan var mı?
Kimseyi suçlamadan, kimseyle uğraşmadan sadece kendimizde olduğumuz günler diliyorumJ

*Mea Culpa:( My Fault, güzel Türkçemde Benim Hatam

8 Nisan 2012 Pazar

Ben seviyorum toplu taşım araçlarını

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:51 | 2 comments

Toplu taşım araçlarını arabamız olunca  kullanmayı hemen unutuveriyoruz di mi? Üniversiteyi bitirdiğim sene ehliyet almıştım ve çok uzun bir süre onu sadece kimlik yerine kullandım. Murat’la evlenir evlenmez onun işi gereği hep arabamız olmasına rağmen malum şirket arabası bana sadece hafta sonları yan koltuk düştü. Sanki sitem edermiş gibi söylediğime bakmayın, o yıllarda hiç araban olsun istedin mi? diye sorarsanız hayır hiç istemedim çünkü ihtiyacım olmadı. Ta ki İzmir’de tekrar oturmaya başlayıncaya kadar. O zaman Nisan küçük ve ben Finansbank Gaziemir Şube’de çalışıyorum, evin arkasındaki yoldan gazetemi alıp otobüse biniyor, yarım saat hem seyahat hem kıraat ediyorum ve  bankanın önünde otobüsten iniyorum. Daha ne olsun? Nisan’da artık büyümüş, evin anahtarını vermişiz, kendisi geliyor açıyor kapıyı, hadi açamadı diyelim apartman Murat’ın çocukluğunda oturduğu apartman, karşı komşu çocukluk arkadaşı, üst kat komşunun çocuğu Nisan’nın sınıf arkadaşı, yani her şey rahat ve düzen harika. Arkadaşlarımla görüşmek istediğimde atla vapura git Karşıyaka’ya 10 dakika, yürü istediğin yere git. Hayat böyle rahat ve kolay devam ederken, harika bir İzmir Baharı mevsimi sonrası yaz kendini göstermeye başlayınca bir şey fark ettim ki Cuma akşamı sonrası Nisan ve ben görüşecek kimse, yapacak hiçbir program bulamıyoruz. İzmir ölü şehir oluveriyor. Cuma sabahı ayarladın ayarladın, ayarlayamadın herkes Çeşme’de.. Petrol Ofisi’nin özelleşmesinin ardından cehennemin içine düşen Murat’ı görebilene aşk olsun, hal böyle olunca şikayetler artmaya başlamadan Murat çareyi bize bir araba almakta buldu. İlk arabam da bu sayede oldu. İtiraf etmeliyim ki özgür ruhumu tamamlayan bir araç oldu beyaz minik kuzu Corsam. Cuma akşamından iş çıkışı beni heyecanla bekleyen Nisan’ı kaptığım gibi 1 saatte şıpıdık terlik ve ifil ifil şort ile Pazartesi sabahına kadar tatil yapıyorduk. Toplu taşım araçlarıyla başlamışken birden ilk göz ağrım, binlerce güzel anıyı barındıran tatlı Corsama gelivermişim.:-)

Araba benim için özgürlüktü ama toplutaşım araçlarını kullanmayı bırakmadım ben. Onları kullanmamın, sevmemin  sebebi ise sanırım çoğu insan araçta okuyamaz ama bana Allah vergisi bu rahat rahat okuyabilmem. Özellikle İstanbul’da trafikte zaman çok ziyan oluyor oysaki bana kendime ayırdığım bir zamanmış gibi geliyor otobüsler, vapurlar. Kitap okumasam da insanları izlemek hoşuma gidiyor, her birine bir hikaye yazmak. Dün Fenerbahçe maçı vardı, formalarını giymiş bir sürü genç benimde içinde olduğum metrobüsle gidiyor maça. Tam önümde tıfıl koca burunlu bir laz uşağı ve yanında ona hayran hayran bakan güzel gözlü, tatlı gülüşlü bir kız. Bakışlar o kadar anlamlı, o kadar derin, konuşmalarına gerek yok sanki. Öylece konuşmadan saatlerce birbirlerini seyrettiklerine eminim. Yaşları yirmi cıvarıydı, aşkları devem eder de nihayetinde bir ömür boyu birlikte geçirmeye karar verirler mi, çoluğa çocuğa karışırlar mı bilmiyorum ama benim o an aklımdan yazdığım hikayede karışmadılar… ve yıllar sonra tekrar karşılaştılar.

Belma hastanenin geniş ve aydınlık kafesinde küçük masalardan birinde çayını yudumluyordu. Biraz önce doktorlar babasının ameliyatının başarı ile geçmiş olduğunu ona müjdelediklerinde içi kuş gibi kanatlanmıştı ama bu hafiflik çok da uzun sürmedi. Taburcu olduktan sonra yalnız yaşayan babasının bakımı için kendi evinin düzenlenmesi, kızının burslu olarak kazandığı Bilkent Üniversitesi’ne yerleştirilmesi ve ihmal ettiği işleri yavaş yavaş omuzlarına çökmeye başlamıştı. Bunların üstesinden gelecek kadar güçlü bir kadındı o. Derin bir nefes aldı ve sırtını dikleştirdi. O sırada,
-“Belma”..derinden gelen boğuk sese doğru baktı.
Ali bu..Kaç yıl olmuştu? Hiç bitmeyecekmiş gibi sevdiği adam karşısındaydı. Gözleri sevgi dolu Ali’si. Hiç unutmadığı Ali’si.
-“Ali?” Adını telaffuz eden o sesin neden boğuk çıktığını anladı.
Belma’yı görmemezlikten gelmediği için içinde bir an pişmanlık duyduğunu hissetti Ali. Onu terk edişi..doğruya neden terk edilmişti? Oysaki ne kadar uzun uzun konuşmuşlardı yüreğinde acısını hep hissettiği o ayrılış gününde. Kısa bir an eşi ve çocukları geldi gözünün önüne ve cesaretini toplayıp yeniden baktı ela mı yeşimli asla karar veremediği eski aşkının güzel gözlerine. Karşısında gördüğü yüreğini yaralayan geçmişteki kadın değil, eski bir dosttu.
Diye başlayıp gelişen bir hikayeJ Acaba devam etsem mi? İkisi içinde gerçekleşmesi gereken bir karşılaşma olsa bu, çünkü içlerinde taşıdıkları o burukluğun aslında artık kalmadığını anlasalar ve eski sevgililer dost olup birbirlerine hayat hikayelerini anlatsalar, eski aşklarına dair bir şey konuşmadan , çünkü farkında olmadan yaşanan zorluklara rağmen herkes kendi hayatını çok sevmiş olsa..

İşte otobüslere binmeyi bunun için seviyorum. Sadece başkalarının hikayelerini yazmıyorum kafamda aslında kendime dair ne çok karar veriyorum, doğrularımı yanlışlarımı tartıyor biçiyor ona göre hızalanıyorum.  Aslında kendi hikayemi de yazıyorum sanki, değil mi?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Bitmeyen Öğrencilik Hayatı Ruhsallık

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:03 | 6 comments
Bir buçuk sene evvel yine Brahma Kumaris’e ait olan ve Oxford’ta bulunan Global Retreat Centre'a gittiğimde arkadaşlarım doğal olarak merak ettiler. Onlara bu içinde bulunduğum ruhsal organizasyonu anlatırken bana sürekli bunun bir din kuruluşu olmadığından emin olup olmadığımı sordular.
Brahma Kumaris’e sosyo-ruhsal organizasyon, eğitim organizasyonu diyebiliriz. Hatırlıyorum bunu anlatmakta biraz zorluk çekmiştim. Birçokları da tarikat, mezhep olarak değerlendirebiliyorlar.  Aslına bakarsanız, ben dini vecibelerini fazlaca yerine getirmeyen ama iyi kalpli bir ailenin çocuğuyum . Kulakları çınlasın çocukluğumda üst kat komşumuz Aliye Teyzem ve Eşref Amcam dindar kişiler olarak bana örnek oldular. Onlarla sahura kalkmak ve iftar yapmak için oruç tutardım. Kimseyi eleştirmeyen açık fikirli, ibadette gösterişten uzak insanlardı. Geçen ramazan telefon ettiğimde hala oruç tutuyor musunuz diye sordum çünkü neredeyse seksen yaşlarında olmalı Eşref Amcam. Aliye Teyzem bu bizim yaşam tarzımız kızım, böyle alışmışız dedi. Daha sağlıklı nice ramazanlar geçirsinler diye dua ediyorum.  Allah rahmet eylesin sevgili babamsa dinde gösterişten nefret eden, gayet politik bir yönetimi olan Ereğli Demir Çelik gibi bir fabrikada Milli Selamet Partisi zamanlarını yaşarken, dindar kimselerle değil ama iktidar değiştiğinde hemen namaz kılmaya başlayan dincilerle kendince mücadeleye girmiş bir adamdı. Hatırlarım o senenin ilk din dersine giren Ereğli müftüsü,  kızlar ve erkekleri sınıfımızın sağ sol sıralarına ayrı ayrı oturtmuş, üç sıra halinde dizilen masalarımızın orta sırası boş kalmıştı. Bizim için eğlence olan bu durum, babamın gözlerinden ateşler çıkarak müftünün makamını basıp, kendisini sinema salonunda Kuran’ı Kerim i yorumlamaya davet etmesi ne sebep olmuştu. Böyle bir şey asla olmadı ama babacığımın karşıma müftü bile çıkamadı diyerek yayılan sırıtışını hiç unutmuyorum. Sanırım bu zamanlardı beni biraz dinden uzak tutan. Bu uzak duruş, ta ki ben Brahma Kumaris ile tanışana kadar sürdü. Burada kimse bana bir dini empoze etmeye çalışmadı, güzel olan ben “kendime göre” daha inançlı bir Müslüman oldum. Gerçeğin aslında o kadar açık ve basit olduğunu, bunu bu kadar karmaşık, oyuncak hale sadece çıkarları olan insanların getirdiğini, büyük resimdeki yerimi gördüm. Dinimizin tarihi, Peygamberimizin hayatı, Kuran’ı Kerim’in yorumlamaları, tasavvuf, bunlara daha ilgi duydum, okudum ve yine “kendime göre”  bir yol tuttum. Tanrı inancını sağa sola çekmeden, tamamen içte yaşayarak, değil kimseyi kendimi bile yargılamadan, sadece zihnimin efendisi olma yolunda çalışma yapıyorum. Mutluluğu, memnuniyeti, huzuru, üzüntüyü, korkuyu, egoyu hayatımıza alan zihnimin efendisi olmaya uğraşıyorum. Bunu herkes bir yoldan deniyor ben de bu yolu buldum. Yaşam tarzımı, huzuru ve sevgiyi sürekli kılmak için, geçici olan üzerine değil kalıcı olan üzerine kurmaya çalışıyorum. Bunun beni daha mutlu ettiğini, daha huzurlu insan yaptığını gördüm. En azından yol ayrımlarını görüyor, yanlış yola saptıysam, geri dönüp diğerine yönelmeye çalışıyorum. Keşke elimden daha da iyisi gelse ama en azından görüyorum ki eski Zeynep’in vereceği tepkileri şimdilerde vermiyorum. Hayatımda değişiklikler olsa da eski girdiğim streslere şimdilerde girmiyorum, en yakınlarımın hatalarını kendi seçimleri olarak görebiliyor ve en güzeli kabul edebiliyorum. Yıkıp yakan Zeynep değil yapıcı Zeynep olmayı seviyorum. Her zaman mı?  Yok, itiraf ediyorum her zaman değilJ . Olsun en azından alışkanlıklardan kurtulmak için çabam var. Niyetimi saflaştırmak için çabam var. Gerçek, sevdiğim Zeynebin ortaya çıkmasına yardımcı olan bu eğitim kurumunun Tanrı tarafından sevilen öğrencisi olmaktan mutluyum. 



22 Mart 2012 Perşembe

Sadelik

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:53 | 3 comments

Günümüz yaşantısı için uzun sayılabilecek, on beş günlük yurtdışı seyahatinden döndüm. Gitmeden evvel her günümü buradan size yazmaya karar vermiştim ama nerdeee? Buralardan koptum sanki Mount Abu-Maduban’da, Hindistan’da geçirdiğim günlerde. Ne kızım, ne kocam, ne sorumluluklarımla ilgili en ufacık bir endişe, tasa bile taşımadım içimde. Sadece o yüce olan enerji, yüce ışık kaynağı, Tanrı ve ben vardık daha doğrusu Tanrı, ben ve kalpten kalbe sohbetlerimiz.
İstanbul ‘da Brahma Kumaris Kişisel Gelişim ve Meditasyon Derneği’nin bir öğrencisiyim ben. Brahma Kumaris ve öğrendiğim meditasyon tekniği Raja Yoga bu gittiğim yerden yayılmış tüm dünyaya. Sadece Hindistan değil ama her memleketten insanların akın akın geldiği bir yer olmuş zamanla. Ahmedabat havaalanından, ilk dört saati dümdüz bir ova içinde uzanan dört şeritli bir otoban ve son bir saati ise iki aracın yan yana zor geçtiği virajlı dağ yolu olmak üzere, toplam dört buçuk saatlik bir araba yolculuğu ile ulaşılıyor Madhuban’ a. Dağ yoluna girildiği anda etraf değişiyor. Mevsim dolayısı ile yapraksız olan ağaçlar, kocaman bir dev onların gövdesine yapışıp köküyle çıkartmış, bir silkeleyip kökündeki toprakları üflemiş, temizlemiş de tersinden gerisin geriye toprağa yeniden dikivermiş hissi uyandırıyor. Dağın yamaca bakan tarafında yol kenarına betondan koydukları koruyucuları maymunlar gelip geçeni seyretsin, biz onlarla onlar da bizimle eğlensin diye koymuşlar sanki. Bir saatlik dağ yolculuğunun sonuna doğru tabiat yine değişiyor, yapraksız ağaçların yerine kocaman, içlerinde doğal oyuklar olan siyah gri renkteki kayalar ve aralarından fışkıran yeşilliklerle birlikte büyük palmiye ağaçları dolduruyor etrafı. Çöl ortasında bir vahaya düştüğünüzü zannediyorsunuz çünkü o uzun palmiye ağaçları hiç beklenmedik bir biçimde karşılıyor sizi. Neşe’nin ‘geldik kardeşler,son beş dakika’ demesiyle arabada uyuklayan herkesin gözleri fal taşı gibi açıldı ve kalacağımız yerin büyük demir kapısından girdik içeri. İstanbul’un soğuk kış günlerinden sonra kemiklerimizi ısıtacak güneş altında her köşenin rengarenk çiçeklerle süslendiği Gyan Sarovar’daydık. Buraya onbeş dakika uzaklıktaki ilk yerleşim yeri olan Pandav Baven, Hintli vatandaşlardan başka artık yabancıların da gelmeye başlaması ile yetmez olunca inşa edilmiş bu kampüs. Kalacağımız odalar beli olup kayıtlarımız yapılınca, ağızları kulaklarında, aralarında sürekli kıkırdayan iki Hintli çocuk bavullarımıza yardım edip bizi odamıza kadar götürdü. Daha Hint parasının değerine vakıf olamadığımız için ne kadar bahşiş vereceğimizi tecrübeli grup liderimiz Neşe’ye sorduk. Hiçbir şey vermemize gerek yoktu çünkü oradaki herkes sabahın köründe çalışmaya başlıyor, akşamın bir vaktine kadar ve bunu gönüllü olarak hiçbir karşılık beklemeden hizmet adına yapıyor. Nevasi deniyor orada yaşayanlara. Maduban nevasi.
Kampüs tepenin yamacına kurulduğu için kalacak odalar set set yerleştirilmiş ve bölümlere göre isim verilmiş. Rajrijibaven’da fazla merdiven inmemize çıkmamıza gerek kalmayan,kocaman terası karşı tepedeki yeşillikler ve zirvesinde bize selam duran simsiyah kayaya bakan, 55 numaralı sekiz yataklı odayı verdiler bize. Yatak dediğim somya ve üzerinde serilmiş kalın olmayan sert şiltesi. Dönüşte yanıma almamak üzere gözden çıkardığım eskilikte, evden taşıdığım çarşaflarımı serdim üzerine. Odada sekiz kişiye iki banyo düşüyordu ve her ikisinin içinde tuvaleti, yıkanmak için musluk ve altında kovası, maşrapası(duş yok, eski anneannelerimiz usulü),minik bir lavabosu, şampuanlarımızı koyacağımız ve sabunumuzu koyacağımız duvara monte edilmiş mermer iki raf ve kapı arkasındaki askılık var sadece. Eski ama temiz bir banyo. Beklediğim fazlası da değildi zaten. Herkes kendine uygun konumdaki yatağı aldı, duvara yerleştirilmiş gömme dolapları da bölüştük, bavulları da yatakların altına ittik. Otuz saat uykusuzluğa rağmen kimse dinlenmeye hevesli olmadı, bir an önce kendimizi dışarı atıp nasıl bir yere geldik onu görmek istiyorduk. Bizim yerleşmemiz bitince odamıza dört Rus hanım daha geldi. Orada kaldığımız süre içinde birtek kelime Rusca bilmeyen biz ve bir tek kelime değil Türkçe İngilizce dahi bilmeyen Rusların anlaşmasını görmeniz lazımdı. Sihirli bir şekilde herkes kendi lisanında konuşmasına rağmen odamızı paylaşıp kurallarımızı belirledik. Kampüste beyaz kıyafetler giyiliyor,yani kurta, bizler ilk defa oralara gidenler olarak eksiklerimiz vardı ve tamamlamak için alışveriş yapabileceğimiz tek dükkana gidip ortama uyum sağlamak üzere alacaklarımızı aldık. Her dilden konuşan, her renk, her yaştan insan var gelenler arasında. Dilini konuşmadığın onca insanla kurallara uyduğun sürece, bu oranın kuralları olabilir ya da alçak gönüllülüğün, güler yüzlülüğün, iş birliğinin yani doğal insanın kuralları olabilir anlaşmak hiç de zor olmuyor.
Orada ilk gözüme çarpan ve kaldığım süre boyunca doya doya yaşadığım ‘basitlik’ oldu. Yaşamak için aslında ne kadar da az şeye ihtiyacımız var. Biz insanlar hayatı kendimiz karmaşıklaştırmışız. Dolaplarımız doluyor taşıyor, her sene yazlık kışlık yaparken bir sürü eşyayı ihtiyacı olana veriyoruz, eskimemiş ama kıyıp veremediğimiz bir o kadarda giyeceğe sahibiz oysaki en az beş yıldır kullanmamışız onları. Belki modası yeniden gelir de kullanırız di mi?, ancak günümüz üreticileri o kadar uyanık ki asla aynı çizgiyi getirmiyor geriye. Paça bollaşıyorsa bel biçkisi mutlaka eskisi gibi olmuyor. Yani giden moda aynı geri gelmiyor. Orada dört tane kurtam vardı, birisini Londra da BK merkezlerinden birinde yaşayan ve sürekli bu kıyafetleri giyen bir arkadaşıma hediye ettim, yani üç kurtayı yıkadım yıkadım giydim. Çamaşırlarımızı elde yıkadık. Yıkatabileceğimiz yer vardı ama ben foşur foşur, kovada sıcak suları ve köpükleri attıra attıra elde yıkayıp, iki saatte güneşte kurutma lüksünden faydalanmak istedim. Bunları yazarken Murat’ın dolduruşuna gelip aldığım, kendime de çok yakıştırdığım siyah deri elbisem aklıma geldi. Bir kere bile giymedim onca para verdiğimiz elbiseyiJ .
Sadelik üzerine biraz düşünmek gerekiyor, sadece giydiklerimizde değil, ev eşyalarında değil, aklımızda, ürettiğimiz düşüncelerimizde, yediklerimizde de sadelik..Ne çok yükümüz var değil mi?
Devamı varJ

16 Şubat 2012 Perşembe

Sana gül toplamak istedim bu sabah ama

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:41 | Yorum Yap
SAADİ’NİN GÜLLERİ
Sana gül toplamak istedim bu sabah ama
O kadar fazla gül doldurmuşum ki koynuma,
Koptu esvabımın düğmeleri birden bire.

Havaya dağıldı topladığım bütün güller;
Hepsi rüzgarla savrulup, denize gittiler;
Sularda, bir daha geri dönmemek üzere.

Tutuşmuş gibi, kıpkırmızı oldu dalgalar.
İşte esvaplarımda hala gül kokuları var..
Gel, duy o kokulu hatırayı, üzerimde

*Marcelin Desbordes-Valmore(Türkçesi Orhan Veli Kanık)

Bir arkadaşımın annesi ile bu aralar kitap alış verişinde bulunuyoruz. Daha doğrusu ben bir kere veriş yaptım, şu an hep alış durumundayım. Dengeyi tutarız inşallah. Arkadaşım en son kitabı bana verirken ‘bu senin okuyacağın bir kitap değil ama annem illaki yolladı’ dedi. Gelen kitap Şafak Pavey’in en son yazdığı Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir kitabı. Yıllar evvel geçirdiği kazayı duyduğum günü hatırladım. TV başında gözlerimden yaş çıkarak annesini ve genç bir kızın değişecek hayatını düşünmüş, her ikisi içinde dua etmiştim. Daha sonraki günlerde gazetede, protez bacağı ve kolu takıldığında çıkan fotoğraflarında yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmam.. Hala her yerde aynı güzel gülüşü var. Sanırım o başına ne gelirse gelsin üstesinden gelmiş olmak la eğleniyor. Ben de eğitiminin, evlatlığının ve Türk kadınlığının hakkını verdiği için onunla gurur duyuyorum. Siyasette de ses getiren gerçek projelere imza atmaya devam edeceğinden eminim. Ya işteJ Şafak’la bu yakınlığımı bilmeden Mehlika Teyzem ısrar etmiş bu kitabı bana gönderme konusunda. Hemen okudum, hem de karşılıklı kahve içerken soluksuz anlattıklarını dinler gibi. Hem güldüm hem de duygulandım. Yazılarını takip ettiğim bir arkadaşım,(Meltem Ünsal-Meltem’le yolculuk) birkaç gün evvel, Türkiye’de devlet kurumlarında çalışan kadınlarla ve kadın hakları ile ilgili yazısında şuan ki zihniyete isyan ediyordu. Tam da onun üzerine, Şafak İran günlerini paylaştı benimle. Ben yine bu genç kadına dua ediyor ve ona Allah’tan her zaman güç diliyorum. Yakınlığımız devam edecek eminim:-)
Bu arada yukarıda paylaştığım şiir de onun kitabının son sayfasıydı. Bir şekilde dokundu içime.
Okuduğum yazılardan birisinde arada sırada başkalarına sorun, sizi nasıl gördüklerini, hazırlıklı olun ve bunu bir hediye olarak kabul edin diyordu. Geçenlerde yapmaya karar verdim ve sevgili anneme beni nasıl görmek istediğini değil ama nasıl gördüğünü yazmasını rica ettim. Genelde ‘kestane kebap acele cevap’ sözünün timsali annem bana iki gün sonra cevap yazdı. Üzerinde düşündüğü zarif yazısı için teşekkür ediyorum. Kendimle ilgili tespit ettiğim ve sevmediğim ne varsa oturmuş yazmış. Değişim konusunda umut vaat ediyorum bilesin anne..
Değişimden laf açılmışken, dönüşüm koçluğu yapan arkadaşımla çalışmaya başladığımı yazmıştım. Bu çalışma enteresan gidiyor. Birkaç sohbet, tespitlerle geçti. Değerlerim, güçlü yönlerim, zayıf yönlerim ve ardından gelen sorular..Güzel olan şu ki her sohbet (seans yani) sonrası cebime kazandıklarımı koyuyor ve ayrılıyorum. El yordamı ile loş ışıkta bulmaya çalıştığım şey için sohbetlerde çıt diye bir ışık yanıyor ve cevaplar gözümün önünde beliriyor. Ayrıca önemli bir gelişme şu ki; beynime kazılan ve asla yaratıcı olmadığım ile ilgili düşüncemi sildim gitti. Sohbetlerimizde durumla ilgili çizdiğim resimler ve hayal gücüme hayran oldumJ

Geçen hafta uygulamaya çalışsam da yapamadığım bir şey var. Bir süre telefonsuz yaşamak istiyorum. Bugün, bu bir sürenin başlangıcıydı. Kapattım telefonumu ve özgürce bir İstanbul günü daha yaşadım. Önümüzdeki günlerde bir grup arkadaşımla gideceğim seyahat için sabah Taksim’de vize işim vardı, pasaportları da akşama almam gerekiyordu. Yani bütün bir günü tek başına ve dilediğim gibi geçirme şansı. Bu şansı iyi kullanmak için plan yap, di mi? Yok! Yapmadım. Başladım yürümeye, neresi bana göz kırparsa oraya oturup kitap okumaya karar vermiştim.Yürüyorum, bakıyorum, soruyorum kalbime.. her seferinde ‘cık!’dedi. E hadi ama üşüdüm derken kalbimin onayladığı levhayı gördümJ Galata Mevlevihanesi Müzesi. Yeşo’cuğum vallahi seninle de bir daha giderim. Geçen sene restorasyonunun bittiğini duymuştum. Eski halini bilmiyorum ama müze biraz fazlaca yenilenmiş. Tuvaletleri ise bir felaket. Her neyse, içinde harika vakit geçirdim. Müzik aletleri bölümü ilgimi çekti çok. Hande’nin blogun’da ‘yeni ne öğrendim’ bölümüne  konu olabilecek mi bilmiyorum ama kös kös oturmak nereden gelmiş çözdüm. Kös, mehterin en büyük ve en çok ses veren çalgılarından bir tanesi. Kocaman bakır çerçeve üzerine sıkıca gerilmiş derilerden yapılan davul. İki tane oluyor ve atın, devenin iki yanından sallandırılıp öyle çalınıyor. Sergide iki tane kös kös oturan kös vardıJ Şanssızlık bu ya, elektrik kesilince zaten soğuk olan müze daha da soğudu, Allahtan karanlık olan alt tarafı gezmiştim, üst bölümü ise perdeleri açmalarını rica ederek dolaşıp, sıcak olmasını ümit ederek Pera Müzesi’ne gitmeye karar verdim. İliklerime kadar ısındığım Pera’ da Kuzguncuktan, Anadolu Hisarına kadar eski boğaz manzaralarının fotoğraflarının yer aldığı bir sergi vardı. En sevdiğim bölgedir burası, geçenlerde sahil yolundan sapıp tepelerde de dolaşma fırsatı bulmuştum. İstanbul çok güzel. Neyse, fotoğraflardaki yerlerin neresi olduğunu kestirmeye çalışarak keyifli saatler geçirdim ve günü müzenin kafesinde noktaladım. Kesinlikle öneriyorum, yolunuz Pera’ya düşerse lezzetli ve pahalı olmayan bir yemek yiyebilirsiniz.

Bugün yine rotayı ayaklarım, gözlerim ve kalbim tutturdu. Kalp girerse işin içine ne güzel olmaz ki.
Hepinize telefondan özgür ve rotayı kalbinizle çizdiğiniz bir gün diliyorum:-)

28 Ocak 2012 Cumartesi

Duyarak büyüdüğümüz sözler

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 00:43 | 4 comments
Hepimizin annelerinden babalarından, büyükannelerinden büyükbabalarından duyarak büyüdüğü sözler var. O zaman ne anlama geldiğini belki bilemiyoruz ama hepsi bir tohum gibi kafamıza ekilip bizim karakterimizin oluşumuna katkıda bulunuyor ister istemez. İyi tohumlarda var, kötü tohumlar da ekilen içimize. Biz ise şimdilerde iyi tohumların meyvelerini yiyor, kötülerin meyvelerini temizlemekle uğraşıyoruz. Annemin ektiği iki tohumdan bahsedeceğim, ki bugün ben de aynı şeyleri söylüyorum çocuğuma.

Sadece korktuğum için ya da istediğim bir şeyi elde edemeyeceğimi düşündüğüm zaman ağladığımda, “GÖZ YAŞLARINI ZİYAN ETME” derdi. Bu aslında basitçe, “daha bir şey olmadan hemen ağlama, dur bak bakalım belki de ağlaman gerekmeyecek ve işler istediğin gibi gidecek ne biliyorsun?” diyordu bana. Derinde neler diyor? Birincisi önyargısız ol, bir işe başlarken her zaman olumlu düşün ve seni alıkoyan ego’ya kulak asma diyor. Daha bir şey olmadan bu endişeleri, yani gereksiz düşünceleri yaratırsan bunlar akıl süzgecini tıkar o zaman doğru karar veremezsin diyor. Hayatını ağırlaştıran gereksiz korkular, endişeler duyma, içinde bunları yaratma diyor. Şimdi korkusuz bir cengaver miyim, yok tabi ki değilim ama bir olay olduğunda oturup kendime kızmak, hayıflanmak, kendim için ağlamak yerine, çare arayan, ders alan ve düzeltmeye gayret eden bir kişiliğim var. Tabi ki herkesin başına geldiği gibi benimde kendimi çok kötü hissettiğim, gerçekten bir şey olduğu ve ağladığım, kendimi çaresiz ve dipte bulduğum zamanlarım oldu. İşte çok fazla diplerde kalmadan, ağlamayı kesip yeniden yukarıya çıkmamı sağlayan diğer tohum söz de şudur. Bunu sevgili anneannemden de çok duydum. YERE DÜŞSEN BİR AVUÇ TOPRAKLA KALKARSIN. Bu sözü resim olarak canlandırırdım gözümde hala da öyle yapıyorum. “Çok kötü duruma düşsen bile ayağa kalktığında elinde yanına kar kalan bir şey var” demek. Düşündüğümde bu “bir çare vardır” diyen ses oldu bana ve diplerde çok da uzun kalmadım ben. Bugün çoğumuz, yaşadığımız her düşüşten ders alıp yeni bir yolda umutla devam ediyoruz, bunu bana çabucak hatırlatan tarafım bu tohumdan geliyor sanırım. Üstelik şimdilerde gözümde canlanan resimde, sadece düştüğümde kaptığım toprak değil, kalktığımda elimde tuttuğum içinde yeşermiş birçok filiz barındıran toprak var. Bu tohum lafta geçen “toprak” hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok derin, başka zamanın sohbeti olsun, ya da sessizce kendi başımıza düşünelim..

Bana yazar mısınız, "sizin tohum laflarınız" ne? Büyüklerinizden size geçen, kişiliğinizi şekillendiren? 


19 Ocak 2012 Perşembe

Bu sabah Taksim

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:08 | 4 comments
Bu sabah Taksim gözüme ne güzel geliyor. Hava buz gibi, etraf gri ama o kadar aydınlık ki, güneş bulutların arkasında, sadece ışığı var, ha çıktı ha çıkacak. Meydana bakan Simit Sarayındayım. Sıcak çay ve beyaz peynir, domatesli simidim. Buraya gelirken kendimi nedense, yurtdışında bir şehirde hissettim. Bunun nedenini düşündüm, sanırım oralara gittiğimizde her şeye dikkat edip içimize sindirme isteği oluyor, bugün ben de gördüğüm her şeyi içime sindirmek istiyorum. Koca Taksim meydanı, acaba adı neden Taksim Meydanı? Vikipedi de şöyle yazıyor : Osmanlı döneminde, civar semtlere su dağıtmak için şu an Taksim Meydanı olarak bulunan bölgeye bir su deposu yapıldı. Depolanan suyu da dağıtmak, yani taksim etmek için küçük bir yapı, yani maksem yapıldı. Meydan, adını, eskiden Galata-Beyoğlu suyunun "taksim edildiği", Taksim Maksemi' nden almıştır.  Karşımda Aya Triada Rum Ortadoks Kilisesi, aralarda kaybolmuş, dıştan çok büyük, içini çok merak ediyorum. Belki bir gün gezmek nasip olur.
Bu sabah neden buradayım. Geçtiğimiz hafta yaptığımız kültür turu beni çok etkiledi. Dolaştığımız sergilerden birisi fotoğraf sergisiydi. Bashir Barlakov-Meksika Rüyaları-Pilot Sanat Galeri. Değişik bir çalışma görmek isterseniz gidin derim. Bu sergide yaşanmış bir hikayenin ( Troçki, Meksika daki sürgün hayatı, aşk, kin, politika ) dijital tekniklerle resmedilmesi vardı. Fotoğrafçılık deyince aklıma hemen Cüneyt gelir, sanırım fotoğraf tutkusu ile dünyanın değişik yerlerine fotoğraf çekmek üzere gidiyor olması beni etkileyen şey.Kenya bunlardan biri, ne macera. Bu arkadaşıma hevesle gezdiğim sergiyi anlattım. O da bana henüz kendisinin gezmediği Halim Kulaksız’ın Döngü konulu sergisini tavsiye etti, konuya tutuldum ve işte bu sergiyi gezmek için buradayım. Bazen her zaman yaptığımız şeylerin dışında bir pencere açıp taze hava almak iyi oluyor. İnsanı gülümsetiyor. Bugün benim için taze hava, bu sergi oldu. Şimdi Arzu’nun sesini duyar gibi oldum ‘sen kalk sabahın körü Taksime sadece bir fotoğraf sergisi dolaşmaya git, manyaksın sen’ . Dua et Arzu’cum bu sabahın köründe kalkıp buralara gelmekle kalsınJ
Çocukların, balıkçıların, selamı var dalgaların, öp dediler gözlerinden bir kerede benim için. Nerdeysen her kimleysen…Vayy Tarkanım vayJ
Sevgiyle kalın dostlar.

10 Ocak 2012 Salı

Ben bir ressamım..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:31 | 4 comments
Sevdiğim bir arkadaşım kendisine çok yakıştırdığım bir işi yapmaya başladı. Koçluk yapıyor ve yaptığı koçluğu da ‘değişim koçluğu’ olarak adlandırıyor. Kendimle ilgili değiştirmeye çalıştığım, eski üstüme yapışan ama aslında ben olmadığıma inandığım alışkanlıklarım üzerinde düşünüp, çıkar yollar ararken ne de güzel denk geldi ve dün ‘hadi birlikte çalışalım’ dedik.
Dedik ama nasıl bir şey olacağını bilemedim önce, açıkçası arkamdan bir şey dürttü, ne kadar yakın arkadaş olursam olayım o kadar özel duygularımı, zayıflıklarımı, ne kadar doğal bir insan olduğuma inansam da oluşturduğum maskelerimi, egomu şimdi kendimden ayırmam kenara bırakmam gerek diye düşündüm. Bu kolay bir şey mi? Zamanın akışını hissedip, ayağına geleni şans sayıp, gülümseme ile devam edince kolay sanırım. Başlamak ve bitirmek benim elimdeyken denememek kayıp olur dedim ve bu düşünceyle akşamüzeri buluştuk. Bu buluşmaya seans deniyor. ( Bu benim hızım mı yoksa ‘koçum arkadaş’ımın hızımı? : Denk geldi denkJ)
Bir buçuk saate yakın sürdü seans. ( Bak yazarken fark ettim ben buna seans demeyeceğim, seans lafı bu sohbeti ‘koç-danışan’ ilişkisinden uzak yere koyuyor,  buna sohbet diyeceğim. Seans lafını kullanırsam, girdim çıktım bitti hissi, sohbet lafını kullanırsam geriye kalan güzel bir tat hissi oluyor içimde) Sohbetimizde kendimi hiç de yukarıda saydığım gibi rahatsız hissetmedim. ‘Koç arkadaş- Danışan’ da değildik, ‘koç-danışan’ dık o süre içinde . Şimdi elimde ben konuşurken sarf ettiğim birçok kelime, önemsediğim değerlerim ve beni aşağıya çeken o iç sese karşı kullanacağım bir cümlem var. Devam eden zamanlarda ortaya çıkacakları hevesle bekliyorum.
Ben şimdi; kocaman duvar büyüklüğünde bir tuval aldım, bir ressamın duyduğu hevesle geçtim karşısına. Şimdi renk renk boyalarımı seçiyorum, fırçalarımı seçiyorum.( Seçiyorum çünkü aklımın alabileceği her renk ve her çeşit fırça var,istediklerimi kullanacağım) Sevdiğim şeyleri resmedeceğim o tuvale, engin bir deniz, o sert dalgalara dayanan deniz fenerim, ailem, arkadaşlarım, yemyeşil bereketli topraklar ve o sonsuz kaynak Güneş..
Tuvalimi boyarken, beni dinlemek isterseniz burada buluşuruz yineJ

Sayfa Görüntüleme