22 Mart 2012 Perşembe

Sadelik

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:53 | 3 comments

Günümüz yaşantısı için uzun sayılabilecek, on beş günlük yurtdışı seyahatinden döndüm. Gitmeden evvel her günümü buradan size yazmaya karar vermiştim ama nerdeee? Buralardan koptum sanki Mount Abu-Maduban’da, Hindistan’da geçirdiğim günlerde. Ne kızım, ne kocam, ne sorumluluklarımla ilgili en ufacık bir endişe, tasa bile taşımadım içimde. Sadece o yüce olan enerji, yüce ışık kaynağı, Tanrı ve ben vardık daha doğrusu Tanrı, ben ve kalpten kalbe sohbetlerimiz.
İstanbul ‘da Brahma Kumaris Kişisel Gelişim ve Meditasyon Derneği’nin bir öğrencisiyim ben. Brahma Kumaris ve öğrendiğim meditasyon tekniği Raja Yoga bu gittiğim yerden yayılmış tüm dünyaya. Sadece Hindistan değil ama her memleketten insanların akın akın geldiği bir yer olmuş zamanla. Ahmedabat havaalanından, ilk dört saati dümdüz bir ova içinde uzanan dört şeritli bir otoban ve son bir saati ise iki aracın yan yana zor geçtiği virajlı dağ yolu olmak üzere, toplam dört buçuk saatlik bir araba yolculuğu ile ulaşılıyor Madhuban’ a. Dağ yoluna girildiği anda etraf değişiyor. Mevsim dolayısı ile yapraksız olan ağaçlar, kocaman bir dev onların gövdesine yapışıp köküyle çıkartmış, bir silkeleyip kökündeki toprakları üflemiş, temizlemiş de tersinden gerisin geriye toprağa yeniden dikivermiş hissi uyandırıyor. Dağın yamaca bakan tarafında yol kenarına betondan koydukları koruyucuları maymunlar gelip geçeni seyretsin, biz onlarla onlar da bizimle eğlensin diye koymuşlar sanki. Bir saatlik dağ yolculuğunun sonuna doğru tabiat yine değişiyor, yapraksız ağaçların yerine kocaman, içlerinde doğal oyuklar olan siyah gri renkteki kayalar ve aralarından fışkıran yeşilliklerle birlikte büyük palmiye ağaçları dolduruyor etrafı. Çöl ortasında bir vahaya düştüğünüzü zannediyorsunuz çünkü o uzun palmiye ağaçları hiç beklenmedik bir biçimde karşılıyor sizi. Neşe’nin ‘geldik kardeşler,son beş dakika’ demesiyle arabada uyuklayan herkesin gözleri fal taşı gibi açıldı ve kalacağımız yerin büyük demir kapısından girdik içeri. İstanbul’un soğuk kış günlerinden sonra kemiklerimizi ısıtacak güneş altında her köşenin rengarenk çiçeklerle süslendiği Gyan Sarovar’daydık. Buraya onbeş dakika uzaklıktaki ilk yerleşim yeri olan Pandav Baven, Hintli vatandaşlardan başka artık yabancıların da gelmeye başlaması ile yetmez olunca inşa edilmiş bu kampüs. Kalacağımız odalar beli olup kayıtlarımız yapılınca, ağızları kulaklarında, aralarında sürekli kıkırdayan iki Hintli çocuk bavullarımıza yardım edip bizi odamıza kadar götürdü. Daha Hint parasının değerine vakıf olamadığımız için ne kadar bahşiş vereceğimizi tecrübeli grup liderimiz Neşe’ye sorduk. Hiçbir şey vermemize gerek yoktu çünkü oradaki herkes sabahın köründe çalışmaya başlıyor, akşamın bir vaktine kadar ve bunu gönüllü olarak hiçbir karşılık beklemeden hizmet adına yapıyor. Nevasi deniyor orada yaşayanlara. Maduban nevasi.
Kampüs tepenin yamacına kurulduğu için kalacak odalar set set yerleştirilmiş ve bölümlere göre isim verilmiş. Rajrijibaven’da fazla merdiven inmemize çıkmamıza gerek kalmayan,kocaman terası karşı tepedeki yeşillikler ve zirvesinde bize selam duran simsiyah kayaya bakan, 55 numaralı sekiz yataklı odayı verdiler bize. Yatak dediğim somya ve üzerinde serilmiş kalın olmayan sert şiltesi. Dönüşte yanıma almamak üzere gözden çıkardığım eskilikte, evden taşıdığım çarşaflarımı serdim üzerine. Odada sekiz kişiye iki banyo düşüyordu ve her ikisinin içinde tuvaleti, yıkanmak için musluk ve altında kovası, maşrapası(duş yok, eski anneannelerimiz usulü),minik bir lavabosu, şampuanlarımızı koyacağımız ve sabunumuzu koyacağımız duvara monte edilmiş mermer iki raf ve kapı arkasındaki askılık var sadece. Eski ama temiz bir banyo. Beklediğim fazlası da değildi zaten. Herkes kendine uygun konumdaki yatağı aldı, duvara yerleştirilmiş gömme dolapları da bölüştük, bavulları da yatakların altına ittik. Otuz saat uykusuzluğa rağmen kimse dinlenmeye hevesli olmadı, bir an önce kendimizi dışarı atıp nasıl bir yere geldik onu görmek istiyorduk. Bizim yerleşmemiz bitince odamıza dört Rus hanım daha geldi. Orada kaldığımız süre içinde birtek kelime Rusca bilmeyen biz ve bir tek kelime değil Türkçe İngilizce dahi bilmeyen Rusların anlaşmasını görmeniz lazımdı. Sihirli bir şekilde herkes kendi lisanında konuşmasına rağmen odamızı paylaşıp kurallarımızı belirledik. Kampüste beyaz kıyafetler giyiliyor,yani kurta, bizler ilk defa oralara gidenler olarak eksiklerimiz vardı ve tamamlamak için alışveriş yapabileceğimiz tek dükkana gidip ortama uyum sağlamak üzere alacaklarımızı aldık. Her dilden konuşan, her renk, her yaştan insan var gelenler arasında. Dilini konuşmadığın onca insanla kurallara uyduğun sürece, bu oranın kuralları olabilir ya da alçak gönüllülüğün, güler yüzlülüğün, iş birliğinin yani doğal insanın kuralları olabilir anlaşmak hiç de zor olmuyor.
Orada ilk gözüme çarpan ve kaldığım süre boyunca doya doya yaşadığım ‘basitlik’ oldu. Yaşamak için aslında ne kadar da az şeye ihtiyacımız var. Biz insanlar hayatı kendimiz karmaşıklaştırmışız. Dolaplarımız doluyor taşıyor, her sene yazlık kışlık yaparken bir sürü eşyayı ihtiyacı olana veriyoruz, eskimemiş ama kıyıp veremediğimiz bir o kadarda giyeceğe sahibiz oysaki en az beş yıldır kullanmamışız onları. Belki modası yeniden gelir de kullanırız di mi?, ancak günümüz üreticileri o kadar uyanık ki asla aynı çizgiyi getirmiyor geriye. Paça bollaşıyorsa bel biçkisi mutlaka eskisi gibi olmuyor. Yani giden moda aynı geri gelmiyor. Orada dört tane kurtam vardı, birisini Londra da BK merkezlerinden birinde yaşayan ve sürekli bu kıyafetleri giyen bir arkadaşıma hediye ettim, yani üç kurtayı yıkadım yıkadım giydim. Çamaşırlarımızı elde yıkadık. Yıkatabileceğimiz yer vardı ama ben foşur foşur, kovada sıcak suları ve köpükleri attıra attıra elde yıkayıp, iki saatte güneşte kurutma lüksünden faydalanmak istedim. Bunları yazarken Murat’ın dolduruşuna gelip aldığım, kendime de çok yakıştırdığım siyah deri elbisem aklıma geldi. Bir kere bile giymedim onca para verdiğimiz elbiseyiJ .
Sadelik üzerine biraz düşünmek gerekiyor, sadece giydiklerimizde değil, ev eşyalarında değil, aklımızda, ürettiğimiz düşüncelerimizde, yediklerimizde de sadelik..Ne çok yükümüz var değil mi?
Devamı varJ

3 yorum :

  1. Devam devam, bütun detaylariyla yaz lutfen.

    YanıtlaSil
  2. Zeynebim, ne güzel yazmışsın sanki ben de seninle berabermişim gibi büyük bir keyifle oralarda yaşadım. Allah ilmini artırsın güzel kızım. Benimle paylaştığın için teşekkürler. Öptüm.

    YanıtlaSil
  3. Zeynepcigim,
    Ne guzel anlatmissin. Seninle birlikte bende giitigim o ani yasadim sanki.. Madubandan sonra bana gereksinim disinda olan hersey fazla geliyor... Duzuncede, sadelige kadar gidiyor isin sonu.. Az konusup cok is ve hizmetde bulunmak. Sevgi ve saglikla kalmani dilerim..

    YanıtlaSil

Sayfa Görüntüleme