30 Ekim 2014 Perşembe

Tek Kuruş Ödemek Zorunda Değiliz

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:24 | Yorum Yap

Önümüzdeki günlerde, "gönlüne dokunan bilgelik hikayesini al gel, anlat, paylaş" türünden bir sohbete başlayacağız. Dr. Yaşar Ateşoğlu'nun Bilgelik Öyküleri Kitabından öylesine açtığım hikaye bana neler düşündürdü neler...



Bana gelen günlük düşüncelerden arada sırada içinden seçer ve Neşe'ye gönderirim. "Ay Zeynep tam da bana göre, hissediyor musun sen?" diye sorar gülerek. Yok :-) ben hissetmiyorum aslında, gerçek şu ki her hikayede kendimizden bir parça var. Bizler bu hikayeleri parmak izimiz gibi kendimize özgü bakış açılarımızla değerlendiriyoruz. Bakalım kimlere nereden dokunacak... Ve belki de bizimle paylaşacak...


Bir zamanlar bir delikanlı bir bilgeye talebe olmak istedi. 
"Bana talebe olmak zordur" dedi bilge "korkarım sen bunu başaramazsın".
Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge de ona manevi yoldaki ilk vazifesini verdi.
"Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışırsa ona bir lira vereceksin".
Genç denileni yaptı ve bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara para verdi. Bir yılın sonunda genç bilgeye geldi ve bundan sonraki vazifesine hazır olduğunu bildirdi. 
"Önce şehre git ve bana yiyecek al" dedi bilge.
Genç yanından ayrılır ayrılmaz, bilge dilenci kıyafetlerine büründü ve sadece kendisinin bildiği kısa bir yoldan gençten önce şehre ulaştı. Gencin geçeceği yola oturdu ve onu bekledi. Tam genç yanından geçerken, dilenci görünümündeki bilge ona hakaret etmeye başladı. Başkalarının duyacağı kadar yüksek sesle onun ne kadar aptal göründüğünü söyledi. Ama gençte hiç bir öfke işareti yoktu. Tam aksine;
"Ne kadar harika" diye karşılık verdi genç, sakin bir şekilde." Tam bir yıl bana hakaret eden herkese para ödemek zorunda kaldım, şimdi tek kuruş ödemek zorunda değilim."
Bunun üzerine üzerindeki dilenci kıyafetini çıkaran ve yüzünün gösteren bilge gence söyle dedi;
"Başkalarının ne dediğine aldırış etmeyen bir kimse bilgelik yoluna adım atmış demektir. Eminim ki sen bundan böyle hakaretlere aldırış etmeyeceksin ve doğru bildiğin yoldan asla vazgeçmeyeceksin".

Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Bu bilgelik hikayesi bana Don Miguel Ruez'in  Dört Anlaşma kitabından ikinci anlaşmayı anımsattı. Anlaşma "hiçbir şeyi kişisel algılamayın" çünkü kişisel algıladığınız anda her ne söylendiyse ona katılmış oluyorsunuz diyor.

Hikayede ki delikanlı eğer öfkelenmiş olsaydı "söylenen ile anlaşma" yapmış, zehri zihnine yayarak cehennem rüyasının tutsağı olmuş olacaktı. Olmamasına sebep ise başkalarının ona uygun gördüğü resme aldırış etmemesi ve bir yıl boyunca "bakış açısının" değişmesine sebep olan, onu farklılaştıran çektiği acı. Birisinin sana ettiği hakarete kayıtsız kalmak mümkün mü? Kendini kötü hissetmemek mümkün mü? "Kişisel algılamamak" mümkün mü?

Kişisel algılama tuzağına düşmenin sebebinin "bireysel önemlilik" olduğunu söylüyor yazar.  Bu tutsaklık, bataklığın içinde olmak gibi ve kötü olan şu ki siz bataklıkta oldukça, hayat geçip gidiyor ve karşımızdaki ile ilişkimizi değil hayat ile olan ilişkimizi etkiliyor. Oysa durumun gerçekten bizim algıladığımız gibi olup olmadığını bile bilmiyoruz.  Bir hiç uğruna kendimizi acı çekmeye mahkum bile etmiş olabiliriz. Doğru olan şu ki “Herkes kendi dünyasını yaşıyor“. Yani hepimizin yaptığı, söylediği, dile getirdiği fikirler kendi zihinlerimizdeki anlaşmalardan kaynaklanıyor. 

O zaman insanın kendini kötü hissettiğinde şu soruları sorması bir farkındalık yaratır mı?

Ben zihnimdeki hangi anlaşmaya uyuyorum? (altında hangi düşünce yatıyor)
Kendimi çok mu önemsiyorum?
Hangi bakış açısı bana hikayedeki delikanlının  hafifliğini yaşatır? 
Bu hafifliği nasıl alışkanlık haline getiririm?

Cümlemize "Sürdürülebilir hafiflik" diliyorum o zaman.:-)

21 Ekim 2014 Salı

Lotus çiçeğini deneyimlemek...

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:17 | Yorum Yap

Nero Café balkonunda güneşin tadını çıkarırken tatlı sohbetin konusu arkadaşımın güzel eşi ile birlikte gittiği “nefes retreati” idi. Sohbet hayatlarımızda neler yaşadığımız, yanılsamalarımız ve gerçeklik üzerine devam edip gitti. Değer katan sohbetleri, dünyayı kurtaramasakta büyüdüğümüz, sıkı sıkı sarıldığımız ve güvenle ayrıldığımız sohbetleri seviyorum.  

Konuşurken Nar KOGA da ki meditasyon akşamlarını bir tema üzerinde yoğunlaşarak yapacağımızı söylediğimde "bu sefer konu lotus olsun” deyiverdi arkadaşım. Olsun madem. “Lotus meditasyonu”.
Doğu kültüründe güçlü bir imaj, ruhsal bir sembol olarak gördüğümüz lotus çiçeğini deneyimlemek nasıl olabilir ki? Bir çoğumuz resimler dışında onu görmemişizdir bile… Düşündüğümde, bu deneyimi bana yaşatacak olan zihnimdir aslında. İnanıyorum ki Hint, Budist ve Mısır öğretilerinde kutsal kabul edilen bu çiçeğin ruhsallıkta ne anlama geldiğini bilmek onu deneyimleme konusunda yardımcı olacaktır.

Doğu Kültüründe Lotus Ne Anlamlar Taşır

Lotus çiçeği birçok özelliği ve anlamı arasında ilahi doğuşu, ruhsal gelişmeyi ve yaratılışın kendisini temsil ediyor. Bir lotus tomurcuğu ise potansiyelimizi ve ruhsal doğamızı. O harika bir çiçek olarak ortaya çıkmadan evvel bir tomurcuk olarak çamurun içinde yükseliyor, kirli suların içinden. Tıpkı bu kirli dünya içinde gerçekliğin arayışı, gayreti içinde olanlar gibi. Lotus, kirli çamurlu sularda yükselen ama yapraklarının özelliği sebebi ile üzerinde kirin barınmadığı bir çiçek, o saflığın ve yeniden canlanmanın sembolü… Aydınlanma yolundaki bireyin bilincinin yavaş yavaş kendi oluşturduğu kirli düşüncelerden arınmasının temsili…
Budizm’in bazı mezheplerinde ise ruhların lotus çiçeğinden doğduğuna inanılıyor. Lotus nasıl saf ve temiz ise aslında ruhta doğal olarak saf ve temiz.. Budist mandalalarda lotusu figür olarak çokça görüyoruz.(Mandala kâinatın ya da spritüel yolculuğun metafiziksel temsili için kullanılan şekillerdir. Bunlar ayrıca meditasyonlarda yoğunlaşmaya yardımcı olan araç olarak da kullanılır) Yazının fotoğrafı dün akşam çizdiğim bir mandala, meditasyonu ve derin düşünmeyi ifade ediyor benim için.
Lotus ilahi olana sunulan kutsal bir çiçek… Hint öğretilerinde ise saflığı ve aynı zamanda bağsızlığı temsil ediyor. “Lotus aklı” bağlardan, bağımlılıklardan özgür akıl. Günümüz insanlarının çoğu ise sevgiyi bağımlılığa dönüştürmüş ve onu hep şarta bağlamış. Oysa kalpte, ruhsal merkezde yer alan Tanrı sevgisidir gerçek sevgi. Lotus aynı zamanda Tanrı sevgisinin de sembolü olmuştur. Kalplerde bu sevgiyi deneyimlemek, sıcaklığını ve yükselten enerjisini hissetmek ne güzeldir.
Bugün niyetim düşüncelerde saflık ve yürekte büyük sevgidir.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kırlangıç ile Tekir Kedi - Jorge Amado

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:52 | 1 Yorum

Bir öykü bu... Öyle ki "Sabah" gerçekten değiyor sana, içimizden birisi gibi hissettiriyor öyküde kendini. Sen, ben gibi yaşıyor aramızda, ufka doğru ağır ağır ilerlerken her bir yıldızı öpe öpe söndürüyor. "Rüzgar" serseri, hovarda, bir işe yaramaz ama Sabah'a aşık… Öyküler anlatır ona… Sabah dinlerken büyülenerek Rüzgar'ın uzun öykülerini, kah hüzünlenerek kah gülümseyerek, unuturmuş "Zaman'ı", hal böyle olunca Zaman şaşırırmış, e sadece o mu? horozlar da bilemezmiş ne zaman öteceklerini... Ama Zaman'ın Sabaha karşı bir zaafı varmış. onunla unuturmuş sonsuzluğun yorucu ağırlığını… Uçarı Rüzgar, "Yağmur'la" yakın arkadaş ve tabi ki kötülük yapıp ortalığı birbirine katmakta suç ortağı…

İşte bizim bildiğimiz zamanların çook öncesinde geçen bir öykü okudum geçen hafta. Büyükler için fantastik bir aşk hikayesi, ilkbaharın mahmurluğu ile başlayıp kışın acı günleri ile bitiyor. Öyle bir zaman ki, hayvanlar konuşabiliyor, terziler ve prensesler evlenebiliyor, çocuklar leylekler tarafından ve her şeyi bilerek geliyorlar dünyaya, ayrıca onlar en sevdikleri duygularını bile seçebiliyorlar… Her şeyin farklı olduğu zamanlarda geçen bir hikaye yani…

"Ne güzel olurdu bu dünya eğer bir kırlangıç bir tekir kediye aşık olabilseydi ve mutlu yaşayabilselerdi sonsuza dek" diyor yazar Jorge Amado.

Bu tatlı kitabı okurken her gün dünyaya bir hayvanın gözünden bakan ve bizimle deneyimlerini paylaşan bir arkadaşım vardı aklımın gerisinde, onun bu yaklaşımını hatırlayarak kitabı okumak daha da zevkli oldu. Aşkı, toplumu, değer yargılarını, yaşanan yürek çarpıntısının bu değer yargılarının altında ezilişini ve aslında sıradanlığa boyun eğişi anlatan bir hikaye bu.

Birisi değişebilir mi? Yoksa adın çıkmış dokuza inmez mi sekize? Sana yapıştırılan etiketi ömrübillah taşımak zorunda mısın? Sana yakıştırdıkları gibi yaşamak zorunda mısın? Peki ya “öteki” durumu? Toplumda ki sınırların, aslında zihnimizdeki algının yarattığı sınırların ötesindeki “öteki” durumu?

Sınırlar kalksa, insanlar önce zihinlerde sonra tutumlarda özgür olsa ve özgürlüğe sonsuz saygı olsa…
Yani hayat bayram olsa…

24 Eylül 2014 Çarşamba

Mevsimlerin değişimi ve bir meditasyon önerisi

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:55 | 2 comments

Değişim rüzgarları hep var aslında... "Şu günlerdeki değişim rüzgarları" demek günümüz çağına uymuyor çünkü artık her an bunun içindeyiz. Dur yok durak yok. Mutluluk ise değişime sağlanan uyumla daha çok yaşanır oldu. Mevsim geçişleri ise biraz durup soluklanmak, durduğumuz noktayı, üzerimizdeki ağırlıkları fark edip temizlenmek, hafifleşmek için bizlere güzel bir fırsat oluyor. Uyum sağlamak, uyanık olmak ve farkında olmak, anın getirdiklerini gözlemlemek için iyi bir fırsat... İçe dönmek için bir fırsat...

Bazen karışık düşünceler içinde olabiliyorum, düşüncelerimi toparlamakta güçlük çektiğim anlar olabiliyor, bu zamanlarda yönlendirmeli meditasyonlardan yararlanıyorum. Eğer sizde yararlanmak isterseniz aşağıda yazılanları kendinize ayırdığınız bir zamanda okuyarak, aralarda nefesinizi hiç bırakmadan, kelimeleri zihninizde canlandırarak, her canlandırmayı gerçekten deneyimleyerek yavaş yavaş okuyabilirsiniz...

Bunu sadece bir defa değil bir kaç defa okumanızı öneriyorum... Ve yaptığınız sorgulamaları sadece mevsim geçişlerinde değil şu dinamik hayatta her an yapmanızı salık veriyorum...

Hayatı birlikte kucaklamak, birlikte büyümek dileği ile...

Değişimi her an kucaklamak;


Derin bir nefes alıyorum… Bırakıyorum…
Tüm bedenimi bu nefesle yıkıyorum… Rahatlıyorum, bedenimi rahatlatıyorum…
Tüm gerginliklerden kurtuluyorum… Şimdi çok rahatım…
Önümüzdeki dakikalar sadece bana ait… Telaşsız ve sessizlikteyim…
Tüm dikkatimi tabiata yönlendiriyorum…
Gelen mevsime yönlendiriyorum,
Mevsimdeki değişimi, dönüşümü, şu an havadaki tazeliği, canlılığı hissediyorum,
Hafif soğuğu, toprağı ve toprağın sağlamlığını hissediyorum…
Anda değişim var, her şey olması gerektiği gibi… Bir akış var…
Ben bu akışın içinde neredeyim?
Hangi kararlı noktadayım?
Hayatımda neleri değiştirmem gerekiyor?
Ben nelere adapte olmalıyım?
Hayat bir melodi gibi… Melodiyi duymak için sessizlikte kalıyorum…
Şu an kendime izin veriyorum, melodiyi yakalıyorum… Dinliyorum…
Her bir notanın lezzeti… Coşkusu…  Sürprizi… ve armoni…
İnişlerim çıkışlarım… Gelgitlerim... Her şey bana ait...
Benim biricikliğime ait...
Yaşamın akışı ve bütünlük…
Bütünün parçası ben, ne yaşamam gerekiyorsa onu yaşıyorum…
Hayatın ritmini dinliyorum…
Bana ne söylediğini dinliyorum…
Derin sessizlik içinde kalbimin sesi, zihnimin sesi, bedenimin sesi geliyor kulağıma
Yarattıkları melodiyi duyuyorum… Dinliyorum…
Ben bütünün bir parçasıyım…
Şimdi içime dönme, kendimi duyma zamanı…
Şu an hayatımda ne var?
Ben tam olarak ne istiyorum? Neyi bırakmalı, neye teslim olmalıyım?
Kalbim, zihnim huzur içinde… değişimin rüzgarlarını dinliyor, köklerimi daha da sağlamlaştırıyorum…
Kendime daha yaklaşıyor, çok daha fazla uyumu, huzuru, bütünü hissediyorum…


21 Eylül 2014 Pazar

Meditasyon, Kendini Tanıma Yöntemi

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:16 | Yorum Yap

Neden meditasyon sorusuna bir çok kişi farklı cevaplar verir. Yaşadığımız çevre koşulları gereği sürekli uyarıldığımız şu dünyada çoğumuzun arayışı ise huzur. Bilerek bilmeyerek, yöntemli yöntemsiz, namaz kılarak, dua ederek şükrederek, derin nefes alıp vererek, öyle ya da böyle aslında illaki hepimizin hayatının içinde bir yerlerde var bu meditasyon. 

Bankada çalıştığım dönemlerde, akşam eve geldiğimde sadece 10 dakika isterdim ev ahalisinden, iş kıyafetlerimi değiştirip, odama girer ve sessizlik içinde dururdum, kah uzanıp kah oturup. Kendimi ev ortamına uyumlardım. Kızım ise eve gelir gelmez onunla ilgilenmemi ister beni pek yalnız bırakmazdı önceleri. Ama bir iki defa beni kendi halime bırakmayı denedikten sonra odadan çıkan annesinin akşam onun işine daha yarayan, daha eğlenceli, daha neşeli ve enerjik olduğunu görüp beni sonraları rahat bırakır oldu. O zamanlar ben aslında bir tür meditasyon yaptığımı bilmezdim.

Huzuru deneyimleme arzumun oldukça yoğun olduğu günlerdeydim (aslında ne zaman değiliz ki), bir kaç yere gittim meditasyon yapılan, kitaplar okudum ve okuduklarımla uygulamalar yaptım. Hepsinden de bir şeyler öğrendim aslında. Derken sevdiğim, güvendiğim bir arkadaşım bana Raja Yoga dan bahsetti. Ben de açtım telefon, öğrendim kurs günlerini ve başladım bir akşam. Gerçekten kalbime dokunan bir yöntem bulmuştum. Kim olduğuma, ruhumun özüne ve kaynağa odaklandığım, “Zihin huzuru”nu bir yaşam biçimi olarak hedef alan meditasyon yöntemi. Ayrıca son zamanlarda mindfulness meditasyon ile de tanıştım. Anda kalmak anın içinde her ne var ise ona odaklanarak farkındalık yaşamakta hoşuma gidiyor.

Yaşam stres ve gerilimle dolu, yolda, trafikte, işte, ister istemez bir telaş ve yetişme kaygısı. Zaman böyle. Eğer şehir yaşamının içindeysen de bu kaos ortamları pek kaçınılmaz. Çok fazla şey olup bitiyor artık ve olan bitenin ardındaki hakikati görebilmek için çıplak gözlere ihtiyaç var. Çözüm için farklı bakış açısı demiyorum, tamamen olanlardan bağımsız, hislerden duygulardan bağımsız, bağımsız gözlemci olmaktan bahsediyorum. Sessiz kalarak içe dönmeyi “dalgalı, fırtınalı bir denizde derinlere dalma ve derinliğin sakinliğinde kalma” metaforu ile tanımlarlar. Evet, ben denizler dalgalandı mı biraz derinlere dalmayı, orada vakit geçirmeyi seviyorum. Sessiz kalmayı, o günü kendimle geçirmeyi, daha sakin olmayı tercih ediyorum. Deniz her dalgalandığında bunu yapamıyorum tabi uygun ortamı var yok, o zaman da iki dakikalığına olsa bile kendime, ne olduğumla, “öz”de kim olduğumla ilgili hatırlatma yaparak dengede kalmaya çalışıyorum, Ortamdan uzaklaşacak durumum yok ise, iki dakikalık derin nefes egzersizi yapıyorum, hiç mi ayrılamıyor muyum? 10’a kadar saymak bile işe yarıyor. Yeter ki denge noktasını, merkezimizi bilelim.

Dediğim şu ki meditasyonu düzenli yapmak bu kaos ortamlarında güç bulmada yardımcı oluyor. Aradan geçen senelerde kendimde, hayatı karşılayış biçimimde ki değişimi görebiliyorum. Hep böyle miyim ben? Yani sakin, neşeli, huzurlu… Hayır hep böyle değilim. Kendimden utandığım zamanlarım da oluyor. Gözlerimi yumup ağzımı açtığım zamanlarım. O zamanlarda da avantajlıyım eskiye göre çünkü kulaklarım duyuyor ne dediğimi ve içimden “aman Tanrım bunun sonu nereye gidiyor? Ben neler diyorum? İçime kaçan şeytandan bira an önce kurtulmam lazım” farkındalığı yaşıyorum en azından. Yani yol inişli çıkışlı , bu sonsuz yolculukta öğrendiğim huzura ermenin yollarının uygulayıcısı olmaya, değerli hocam Antony Strano’nun dediği gibi fırtınanın gözünde kalabilmeyi başarmaya kararlıyım. Ne demişler öğrendiğini uyguluyorsan biliyor sayılırsın. Haydi bakalım, özgür günlere…

Bu arada Raja yoga ile ilgilenenler için http://www.meditasyonyapalim.com/
Çarşamba akşamları anda kalmayı hedeflediğimiz, günün yorgunluğunu atarak dinginliği deneyimlediğimiz yönlendirmeli meditasyonlar için Nar Kendin Ol Kişisel Gelişim Atölyesi

11 Eylül 2014 Perşembe

Promodoro Tekniği- Gün boyunca odaklı olmak (Çeviri)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:52 | Yorum Yap

Üretkenliğinizin bir günden diğerine değişkenlik gösterdiğini mi düşünüyorsunuz? Bazı günler işleri çabucak hallederken bazı günler çok zaman harcayıp hiçbir şey yapmamışsınız gibi mi geliyor size?

Uzun ve yoğun çalışmanın üretkenliği arttırdığı gibi bir yanlış inanış vardır. 2008 yılında İllinois Universitesi’nin yaptığı bir çalışmada uzun saatler masa başına bağlı kalmanın üretkenliği azalttığı ancak muntazam ve kısa araların ise odaklı ve enerjik olmaya yardımcı olduğu ortaya çıkarılmış.
Dahası birçok çalışma uzun zaman masa başında oturmanın sağlık açısından da sakınalı olduğunu söylemektedir.  Aynı zamanda uzun zaman aralıklarında hareketsiz kalmak obezite, kalp hastalıkları, kanser şeker ve hepsinin ötesinde ölüm riski ile ilişkisi vardır, ancak uzmanlar bu risklerin çeşitli egzersizlerle giderilebileceğini söylemektedirler.

İsveçli spor bilimcisi Dr.Erin Ekblom-Bak 2010 da bir makale yayınlayıp egzersizlerin sağlık için vazgeçilmezi olduğu ancak sürekli olarak masa başında vereceğiniz bu aralıkların sağlık riskini azalttığını göstermiş. 

Makale Promodoro tekniğine dayanıyor. Bu basit yöntem, günlük programınızın içine kısa düzenli aralıkları almanız konusunda sizi cesaretlendiriyor ve üretkenliğinizi arttırıp sağlığınızı koruyor.
Öneri hakkında
Promodoro yöntemi Francesco Cirillo tarafından 1980 de geliştirilmiş. Aynı adlı en çok satan kitabı 2013 düzeltilerek yeniden basılmış.
Promodoro İtalyanca domates demek. İşinizi 25 dakikalık bölümlere ayırmakla başlıyorsunuz. Cirillo üniversite öğrencisiyken zamanını ayarlamak üzere domates şeklinde bir mutfak saatinden yararlanırmış ve yöntem de ismini buradan alıyor.
İlk, bu kadar çok ara verilmesine insiyaki olarak karşı çıkılıyor ama araştırmalar tekrar işe dönücldüğünce bunun odaklanmayı arttırdığını göstermiş.

Promodoro Tekniğinin Kullanımı

Promodoro tekniğini kullanmak üzere aşağıdaki tekniği kullanınız;

Adım 1: Programınızı kontrol edin

Birinci adım programı kontrol etmek. Yapacaklar listesine ya da aksiyon programınıza göz atın ve bugün ne yapmaya ihtiyacınız olduğunu düşünün.
Her bir işin ne kadar zamanınızı alacağını tahmin etmeye çalışın, ya da diğer bir değişle kaç tane Promodori ye (25 dakikaya) ihtiyacınız olduğunu hesaplayınız. Şimdi görevlerinizi zamanlayın ki gün içindeki diğer yükümlülüklerinize de uysun.
Aynı zamanda araları da planlayın: Her bir bölüm tamamlandıktan sonra 5 dakika ara ve büyük görev tamamlanınca 20- 30 dakikalık bir ara ( ya da 4 promodori sonrası)
Not:
Cirillo 25 dakikalık aralıkları öneriyor ancak siz istediğiniz aralıkları deneyimleyebilirsiniz. (Bunu biyolojik döngünüzün-günlük ritim-  size ne dediğini izleyerek dinlenmeden önce 90-120 dakika odaklanabilirsiniz. Dr Ekblom- Bak sağlık açısından kişilerin her 45 dakikada bir ara vermelerini öneriyor.

Adım 2 :Zamanınızı ayarlayın

İşe başlamadan önce ihtiyacınız olan şeyleri hazır ettiğinizden emin olun. Uygun olan zamanı ayarlayın, burada 25 dakika diyelim.
Mutfak saati ( meslektaşlarınızı sesi ile rahatsız etmeyecekse) yada günümüzde akılı telefonlar kullanılabilir.
Başlarken sadece o işle ilgileneceğiniz ile ilgili kendinize söz verin ve odaklanmak için kısıtlı bir zamanınız olduğunu unutmayın. Aralarda ise telefonunuzu acın ve arkadaşlarınızla sohbet edin.
Bunları aklınızda tutarak başlamadan önce bölünmeleri minimuma indirin.
Ofis kapısını kapatın, telefonları e mail uyarıcılarını kapatın ve arkadaşlarınıza bölünmek istemediğinizi söyleyin.

Adım 3: Sadece bu iş üzerinde çalışın sadece o iş.

Çalışma bölümü boyunca tüm dikkatinizi bu işe verin.
Aklınızın diğer yapacaklarınızla ilgili düşüncelerle bölünmesine izin vermeyin.  Bunları daha sonra ilgilenmek üzere bir not kağıdına yazın. Eğer çok gerekli ise programınızın bundan sonraki bölümünü buna göre değiştirebilirsiniz ama şimdilik üzerinde olduğunuz bölüme sadık kalın.
Eğer vaktiniz tahmininizden önce biterse, günlük işler ya da kısa görevler için bu zamanı kullanın. Bu işi yapmak kaç promodoro alıyor onu bir kenara not etmek, daha sonraki planlamalar için iyi olabilir, ya da zaman geçtikçe üretkenlik seviyenizi ölçerken kullanırsınız.

4. Adım: Kısa bir ara verin

Zamanınız dolunca 5 dakikalık ara verin. Akışta bile olsanız bunu yapmalısınız çünkü bu zamanlar sizin dinlenmeniz ve yeniden şarj olmanız içindir.
Bu zaman kaybı gibi gelse de üretkenlik seviyenizi arttırıp enerji depolamanızı sağladığı için çok daha yapıcıdır. Cirillo enerji seviyelerinin zamandan çok daha önemli olduğunu iddia ediyor. Promodoro yaklaşımı enerji sağlayarak çalışmaya dayanıyor böylece düşük konsantrasyondayken zaman ziyanının önüne geçiyor.
Üst seviyede bu aralardan faydalanmanın yolu masanızda ayrılmak. Ortada dolaşmak yürüyüş yapmak ya da minik egzersizler yapmak. Kahve yapıp, su içtiğinizde yandaki odada dağınıklığı topladığınızda bile, bu aktiviteler sizi kaslarınızın hareketsiz durumunda ortaya çıkan sağlık problemlerinden koruyor.
Ara verdiğinizde devam etmeniz gerekliliğini düşünmeyin. Bu ara sizin beyninizin öğrendiklerini sindirme zamanıdır. Düşünce gerektiren çok fazla şey yapmayın.
Ayrıca verdiğiniz arada sosyal medyayı yakalamak, e maillere bakmak ya da web de gezinmek dürtünüze karşı koyun. ABD de yetişkinlerin %70 inin elektronik aletlere çok fazla bakmaktan ötürü zorlandığı tespit edilmiş. Masanızı toplamak yerine, meditasyon yapın, bazı kağıtları yırtın ya da başka bir takım arkadaşınızla sohbet edin. Evden çalışıyorsanız çamaşır makinenize biraz çamaşır atabilirsiniz.

Adım 5:Göreve devam edin ve daha uzun ara yapın

Ara bitince yeniden saatinizi kurun ve işe devam edin. Promodoribitince 20-3- dakikalık aranızı alın. Yürüyüşe çıkın, sağlıklı yiyecekler bir şeyler atıştırın, öğlen yemeği yiyin ya da kitap okuyun… Sizi masanızda uzaklaştıracak ve zihninizi temizleyecek herhangi bir şey…
Unutmayın burada önemli olan enerji ikmali. Sadece yöntem bunu söylüyor diye 4 promodori sonuna kadar beklemek zorunda değilsiniz, kurallar o kadar taş gibi katı değil.
Bedeninizi dinlemek önemlidir. Eğer zihniniz gezinmeye başlar ya da siz yorgun hissederseniz, bölümün sonuna kadar kendinizi zorlamayın. Unutmayım beden ritminiz doğal olarak 90-120 dakikalık döngüleri takip eder. Sizin göreve başladığınızda beden ritminizin hangi evrede olduğunu bilmek zordur.
Belki de üç promodori sonrası 20 dakika ara ya da beş bölüm sonra 30 dakika ara şeklinde deneyimlemek de isteyebilirsiniz. Sabahları daha uzun konsantre olabilir, öğleden sonra daha sık aralara ihtiyaç duyabilirsiniz. İdeal şablonu bulduktan sonra gün içinde başardıklarınıza bayılacaksınız.

Promodoro Tekniğinin artıları ve eksileri 

Zamanınızı idare etmek için bu Promodoro tekniğin birçok faydası var.
Zamanı bölmek onu daha efektif kullanmaya yarıyor ve ayrıca büyük projelerde bunalmayı önlüyor.
Bölünmeleri minimuma getiriyor, dikkatinizi dağıtacak ve üretkenliğinizi etkileyecek çok görevli çalışma ve ertelemeyi çalışacağınız limitli zamanınız olduğu için azaltıyor. Araştırma, sürekli kısa aralıkların verimlilik seviyenizi arttıran sağlığınıza iyi geldiği, konsantrasyonunuzu geliştirdiğini onaylıyor. Cirillo yöntemin dikkat eksikliği olan kişilere çok daha uygun olduğunu söylüyor.
Kısa aralıklar zihne aldığı bilginin sindirilmesinde yardımcı oluyor, ayrıca birçok fikrin bir araya gelerek “ayma zamanlarına” fırsat tanıyor. Ayrıca kendinizi öğleden sonraları daha az yorgun hissediyorsunuz.
Bir diğer konu da bu yöntem herkese uymayabilir. Bazıları bu kısa zaman aralıklarını ilhamın akışını önlediği için rahatsız edici bulabilir. Ayrıca bu yöntem müşteriler ve diğer çalışanlar tarafından sıkça bölünen iş ortamları için uygun olmayabilir.
Sonuç olarak, promodoro tekniği basit ve uygulaması kolaydır. Zaman tutmaya ve “olabilir” tavrına ihtiyaç vardır. Sağlığınızı ve üretkenliğinizi arttıracaktır. Deneyin ve sizin için işe yarayıp yaramadığını görün.

Not: Mind Tools makalelerinden tercüme edilmiştir.( hiç ara vermemenin utancı ile)

4 Eylül 2014 Perşembe

Tanrı’ya derin iman besleyen bir adamın hikayesi vardır,onu size bir kez daha hatırlatmak istiyorum aslında.

Bu imanlı adam, kaotik yaşamın kendiliğinden yoluna gireceği çünkü Tanrı’nın her zaman onu gözettiğini söylermiş. Bir gün, adamın yaşadığı kasabada şiddetli bir fırtına beraberinde selleri de getirmiş. Kasabalılar eşyalarını toplayıp kaçarken, bizim ki Tanrı’nın onu koruyacağına inanarak yerinden kıpırdamamış. Evinin önüne kadar gelen sular sebebi ile gelen itfaiye aracına “Hayır” demiş, “Tanrı beni koruyacaktır”. Çok geçmeden bel hizasına gelmiş sular ve adamı gören sahil güvenlik “yüzerek dışarı çık ve tekneye gel” diye bağırmış. “yok” demiş bizimki, “Tanrı beni koruyacaktır”. Ancak sular öyle yükselmiş ki, evin içine doluvermiş.  Damda dua eden adamı bu kez kurtarma helikopteri görmüş ve sallamış merdiveni aşağıya “Hey, seni kurtaracağız, haydi merdivene tutun”. Adam inancını tekrarlayarak “Tanrı beni koruyacaktır” demiş. E tabi ki adam en sonunda boğulmuş ve cennetin kapısında Tanrıya sitem ederek, “Sana ihtiyaç duyduğum anda neredeydin?” diye hesap sormuş. Ve Tanrı “Ne demek istiyorsun? Sana gönderdiklerime bir baksana, hepsini reddettin” demiş.

Ben Tanrı’nın koruması altında olduğumuza yürekten inanıyorum. Gücümü aldığım inançtır bu. Ama bazen yaşadığımız şu tempo içinde, kurtarma helikopterlerinden sarkıtılmış o merdivenler gibi hayatın bize sunduğu çözümleri göremeyebiliyoruz. Bazen, görsek bile mutsuzluğumuza sebep olan davranışları bırakmaya çoğu kez gönüllü olamıyoruz. Evet, vazgeçilemeyen alışkanlıklar var, belki bilinmeyenin yarattığı korku, belki kişisel eylem planının olmaması buna sebep… Zihnimizde oluşan inançlarla yaşarken, aslında arzularımız tarafından taciz ediliyoruz.

Bizler hayatlarımızı değiştirecek güce sahibiz ve bunu çoğu kez de gerçekleştirdik. Sımsıkı ve cesaretle yapıştık o sarkan ipten merdivenlere. Farkında olarak ya da olmayarak… Çok uzun zamanda ya da gösterdiğimiz gayrete bağlı olarak...

Arkadaşım,” Yaşam koçu ne yapar Zeynep” diye sorduğunda o gün rastladığım bu öykü ile anlatmak istedim… Ve içimdeki ses sizlerle de bunu paylaşmamı söyledi.

Kişiler bu kaotik yaşamda, hayallerine yeniden sahip çıkmak istediğinde, değişime karar verdiğinde ya da “arzuları onları taciz ettiğinde” biricikliğini bulma yolunda koçlar onlarla birlikte yürümek için” var. Sana, o kurtarma helikopterlerinden sallanan merdivenleri “fark etmen” için sorular sormak üzere eğitilirler…  Her zaman bir çözüm olduğuna inanarak... Tüm soruların cevaplarının “içindeki bilge” de saklı olduğunu bilerek.

Kendini sorgulamak, onunla buluşmak,keşfetmek, hayata anlam katmak, değişik bakış açıları yaratmak ve yaşamda üzerini örttüğün her ne varsa seni kısıtlayan, yüzleşip ortaya çıkarmak üzere hazırsanız, ben de hazırım J


Sevgiyle kalın,

Zeynep Berkol

22 Mayıs 2014 Perşembe

Gönlü Ferah Yaşamak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:05 | Yorum Yap

Hepimizin bildiği şu kırmızı karanfil hikayesi geldi aklıma bu sabah.
Hani asker kütüphaneden bir kitap alır ve o kitabı daha önce okuyan kişinin sayfaların yanına almış olduğu notlardan çok etkilenir. Kütüphaneden o kişinin adresini bulur ve cephede olduğu günler boyunca onunla mektuplaşır. Dönüşüne yakın asker kıza bir fotoğrafını gönderir ve onu karşılamasını ister, onu tanımak için kendisinden de bir fotoğrafını talep eder. Kız “görünümün ne önemi var, önemli olan kalpler değil mi” diye askerin isteğini gerçekleştirmez ancak yakasında tanınmak için kırmızı bir karanfil bulunduracağını söyler. En sonunda tren istasyona varır ve adam arayan gözlerle etrafa bakarken kendisine gülümseyerek yaklaşan muhteşem zarif bir kadın görür, ona doğru ilerlerken yakasında çiçek olmadığını fark eder ve aynı anda arka tarafta yakasında bir çiçekle duran kısa boylu, tombul, pardösünün altından görünen kalın bilekleriyle duran bir kadın görür. Bu arada gülerek yaklaşan o zarif kadın askere tanışma teklif eder. Asker bir an uzun boylu zarif kadın ve arkada duran, kalbine ve kelimelerine aşık olduğu diğer kadın arasında kısa bir duraksama geçirir. Her şeye rağmen kafasını toparlar ve emin adımlarla karanfilli kadına doğru ilerler. Merhaba diyerek ona ismiyle hitap eder. Fakat şişman kadın isminin bu olmadığını bu ismin biraz evvel yanından geçip giden o güzel kadına ait olduğunu ve karanfili takmasını onun istediğini, eğer kendisine bu isimle hitap eden birisi olursa istasyon dışındaki kafeye gelmesini istediğini söyler. Ayrıca bunu neden yapıyorum diye sorduğunda genç kadının ona “bu bir sınav” dediğini söyler.

Aslında bu görünüşe, cazibeye aldanan bir çok erkeğin sınıfta kalacağı türden bir hikaye. Aslında bu kadınların muhteşem aklının kanıtlandığı bir hikaye. Aslında bu kadınların nasıl güven sorunu olduğu ile ilgili de bir hikaye. Beni gerçekten seviyor mu? Hayatımızdaki erkekleri bu kadar bariz testlere tabi tutalım ya da tutmayalım, farkında olarak ya da olmayarak, kadın ya da erkek hepimiz sınavlardan geçiriyoruz. Sadece sevgili, karı koca ilişkilerinde de değil üstelik bu testler, her yerde, tüm ilişkilerde. Bana göre doğru olan, sevgiliye gelen ve güzelliğinden emin olan o kadının kendi yakasında karanfille askerin karşısına çıkması, hayatta ki kendi testini karşılaması. “Ben askerin yerinde olsam dışarıdaki kafeye uğramazdım bile” diyesim var, kendi değerlerime baktığımda bu kesinlikle doğru. Durup düşündüğümde ise değerlerim bazen uymuyor bana, ilişkilerimde istemesem de testler var benim. Yukarıda geçen hikayede olduğu kadar manipülasyon yapmasam da, güven testlerini bu kadar bariz uygulamazsam da kendime göre ilişki testlerim var. Oysa ne güzel oluyor ilişkiyi test etmeden yaşadığımda, “kendimden emin” yaşadığımda. Hislerimi dobra dobra paylaştığımda. Kızgın mısın diye sorulduğunda, hayır değilim diye kızgın kızgın cevap vermektense evet kızgınım ve şu sebeple, şunları hissettiğim için kızgınım demek ne rahatlatıcı. Kendi bakış açını ifade edebildiğin için rahatlatıcı, başkalarının bakış açısını da görme şansın olduğu için rahatlatıcı. İlişkide taşın altına elimi soktuğumda ve açık olduğumda sorumluluğu yerine getirmiş hissederim kendimi. Bunun özgürlüğünü yaşarım. Gönlü ferah yaşamak, orada bir şey tutmadan yaşamak, yük taşımadan yaşamak bu. Gönlüm ferah olacak diye kalp kırmaktan bahsetmiyorum elbette, bir yumuşaklıktan, bir zarafetten bahsediyorum, açıklıktan, kendine güvenden, değerlerin hakkını vermekten bahsediyorum.

Gönüllerin ferah olduğu günler dilerim.… 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Tabi ki "her anne" yürekten teşekkürü hak eder.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:50 | 1 Yorum
Facebook ta görüyorum, "anneler günü" ile ilgili mesajlar, fotolar, videolar, şiirler gelmeye başladı. Hem canım annemin yanımda olması hem de bir anne olarak bu güzel bir gün. Nedense bir garip hissediyorum.

Ben elli yaşındayım ve artık arkadaşlarımın içinde, yakınlarımın içinde annelerini kaybeden buruk yürekler de var, anneye duyulan hasretten bahsediyor ve fotoğraflar paylaşıyorlar. Bir gün “benim en büyük zenginliğim arkamdan dua eden bir annem olması” yazılı pankart taşıyan bir kızın resmini paylaşmıştım ve tatlı arkadaşlarımdan birisi “ben fakirim ne yazık ki” diye yorum yazmıştı. O yorumu gördüğüm an başımdan kaynar sular indi. O günden beri elim varmadı daha anne desteği temalı yazıları paylaşmaya. Arkadaşımın burukluğunu, hasretini, bahsetmese de yalnızlığını içimde hissettim. Kaybettiğimiz tüm annelerimize Allah’tan rahmet diliyorum nur içinde yatsınlar.

Annem, anneannemi kaybettiğimizde “işte şimdi büyüdüm” demişti bana. Kendime bakıyorum da evet 50 yaşında hala bir çocuğum. Sırtımı hala anneme yaslayabilmenin rahatlığı içindeyim. Aç mıyım, tok muyum, param var mı, çantam ağır mı, yüzüm mü asık, doktora benimle gelsin mi, pazara gidiyor bir şey ister miyim, sevdiğim yemekten yapmış uğrayıp alayım mı, o mu bıraksın? Ben hiç büyümek istemiyorum.  Ne keyifli böylesi ya. Kime ne olacağı Allah’ın bileceği iş tabi ki ama eninde sonunda bir gün büyüyeceğimi biliyorum. Yaşayacağım ne kadar gün varsa "Anneler Günü" gibi yaşamak istiyorum. Yaptığım her bilmişlik için, gösteremediğim sabır için, kucaklayamadığım her gün için, ayıramadığım zaman için özür diliyorum. Aktardığı değerler, her an hissettirdiği sevgisi, içindeki çocuk neşesi, çocuklarım derken yüreğinin titreyişi, doğallığı, yüreğindeki dilinde hali için dünyanın en şanslı çocuğu hissediyor ve teşekkür ediyorum. Tabi ki "her anne" yürekten teşekkürü hak ediyor.

1 Mart 2014 Cumartesi

Bile Bile Lades

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:58 | Yorum Yap
Özen göstersen de, gayret etsen de
İstediğin gibi yolunda gitmez herşey 
Ektiğin tohum güzel meyve de verse
Dışı senin yangının içi benim yüreğimin

Bilirsin nasıl söner de o ateş, işine gelmez,
Kalbinin acısı biçtiğin ceza olur kendine 
Olanı değiştirmek ne mümkün
Akan gözyaşların mı yoksa zaman mı çare

10 Şubat 2014 Pazartesi

Bulutların İlhamı

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:01 | Yorum Yap
İçimde yaşadıklarım bazen
Yaşamak istediklerim değil,
Benim doğrularım bazen
Senin doğruların değil.

Buluştuğumuz yer var
Kimse bilmez nerededir,
Ya sen beklersin ya da ben
Orası sonunda hep vardığımız yerdir.

Sessiz kalınca duyuyorum
Aydınlanınca görüyorum
Her döndüğümde gerçeğe
Seni hep kalbimde buluyorum

3 Şubat 2014 Pazartesi

Var Bu Diyarbakır'la Bir Karmam.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:26 | 2 comments
Var bu Diyarbakır’la bir karmam. Bana öyle iyi baktılar öyle şımarttılar, öyle pohpohladılar ki sandım THY de bana aynı ilgi alakayı gösterir de, beni bekler. Ama beklemediJ  Hayatımda ilk defa uçak kaçırdım. Hap kadar hava alanı nasıl olsa yetişirim deyip güvenlik çıkışında ki tatlıcıyla sohbet ederken, anons yapmışlar, duymadım vallahi. Diyarbakır bırakmak istemedi beni herhalde, aslında ben de onu. Bir an panik olmadım değil.  “Kapılar kapandı bayan konuşun görevlilerle isterseniz” deyince polisler, el bagajımı savurttum onlara doğru, zaten üç adım atınca güvenlik girişinden kontuara varıyorsun, ben iki adımdaJ. Biraz yalvarmaca,”olur olur bi söyleyin diyorum” bana hareket eden uçağı işaret ediyorlar. Gözlerime inanamadım, vallahi uçak perondan ayrılıyor. Yapacak bir şey yok! attım panik halini üzerimden de kafam çalıştı yeni bir bilet aldım:-)  Bu sefer Atatürk’e inecek. Daha gezip göremediğim yerler vardı aslında, olmadı döner onları da bir turlardım.
Sadece gece dolaşabildiğim bu şehri gündüz gözüyle de görmek için geçen Pazar sabahı erken uçakla gelmiştim.  Otele yerleşir yerleşmez hemen çıktım dışarıya. Surların yanından gidersem kaybolmam nasıl olsa, onları takip eder yine geri gelirim dedim. Şehri çevreleyen surlarda 7 adet kapı var, surların genişliğini bu kapıların altından geçerken anlıyorsunuz. Gördüğüm bir tabela vardı, Meryem Ana Süryani Kilisesi diye. Oraya gitmeye karar vermiştim. Sora sora Bağdat bulunurmuş sordum temiz yüzlü bir çocuğa. Adı Mahzun. Ben seni oraya götüreyim, o tarafa gidiyorum dedi. Sohbet ettik giderken. Kahve de çalışıyormuş. “Neden mahzun senin adın, mahzun musun ki sen” diye sorduğumda mahcup mahcup “mahzunum abla” dedi. Öyle merak ettim ki kırmızı yanaklı, beyaz tenli pek de konuşkan olmayan bu çocuğun hikayesini. Daha fazla soru sorarsam sanki hoşuna gitmez gibi geldi, bende merakımı kenara koydum. Daldığımız dar, yukarıdan geçen çamaşır ipleri ile elektrik tellerinin birbirine karıştığı, kapıları düzgün kapanmayan evlerle dolu, tek tük insanların geçtiği sokakları dönüş için ezberlemeye koyuldum. Kilisenin kapısına kadar bıraktı beni, iyi dileklerimizi sunduk birbirimize. Allah yolunu açık etsin.
Kilise 3. yy dan kalmaymış. Taşların grisi ve mihrabın koyu ahşap renginin birbirine uyumu harika. Işıklandırma gizemi daha da arttırıyor. Bahçesinde dolandım, her zaman yaptığım gibi o zamanlarda hissettim kendimi. Her tarihi mekanı dolaşırken yaptığım gibi o zamanda ve giysilerimle, kalabalıkların içinde hayal ettim kendimi. Aslında böyle yerlerde o tarihi dokuyu bozacak hiçbir şey olmamalı. Ne bir plastik sandalye ne de bir kül tablası. Filmlerde olur ya, tam hayallere dalarsın, zızızuuzzt dikkatini bir şey dağıtır ve gerçeklere dönersin aniden. Hah aynen öyle oldum beyaz plastik sandalyeleri görünce bahçede.
İçeri girdiğimde oradaki görevli ve iki Müslüman genç, “siz – biz” diye inançlarını tartışıyorlardı. Görevli kendi inancını anlatmaya çalışıyor, gençler ”haşa” diyor her cümlede. En sonunda kızdı siyah cüppeli görevli “ e sen ne haşa diyorsun, hakaret ediyorsun?” Kulaklarımı tıkadım tartışmaya belli ki devam edecekler. Mumların yakıldığı küçük bölümü gördüm, bi sevindim, bayılırım mum yakıp dua etmeye. Evet, Müslümanlıkta böyle bir şey yok ama kilisede mum yakmanın anlamını öğrendiğimde sadece eğlenmek ve dilek dilemenin dışına çıktı benim için. Bunun ne olduğunu Büyük Ada’da, Aya Yorgi kilisesinde, öğrenmiştim. Bir gidişimde sordum ne anlamı var mum yakmanın diye din görevlisine. Dilimizi tek tük kelimelerle konuşuyordu ve bana anlatamadı. , ama beklememi rica etti, bir yerlere telefonla aradı ve illaki sorumun cevabını alayım istedi. Telefondaki kişi, ki konuşmasından o da yabancıydı anladım, bozuk Türkçesiyle bunun aynen bizim kurban geleneğimiz gibi olduğunu söyledi. Kurban edilen kötülükler ve içlerinde onları kendilerinden uzaklaştıran duygular. O güne kadar eğlence ve dilek dilemek olan bu heves artık bir törene dönüştü benim için. Burada da yakarken mumumu duvarda asılmış olan duayı gördüm.

“Yarab yaktığım şu mum vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ışığınla aydınlat. Ya rab kilisede uzun süre kalmayacağım, içimden sana bu mumu sunmak istedim. Bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bir gün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin.”
Duada bir gün boyunca diyor, sanırım her gün Tanrıyı hatırlamak gerekliliğini söylüyor aslında.
Beni tören bitti ama kilise görevlisi ve iki gencin hararetli konuşması bitmedi. Biraz içerde oturmak dua etmek, meditasyon yapmak istedim. Tartışma akşama kadar sürerdi eğer araya girip dua etmek istediğimi söyleyip, sessiz olmalarını rica etmeseydim. “Sessiz olsak ta herkes kalbinin sesini duysa” dediğimde içimde hafif bir çekingenlik, tedirginlik duydum. Kimse itiraz etmedi, derin bir sessizlik içine gömüldük. Hep birlikte. Sizin bizin yok olduğunu, herkesin bir olduğunu hissettim. Sevdim orada olmayı çok. Sessizce ayrılırken, görevliyi selamladım, teşekkür ettim. “Özür dileriz” dedi.
Geri dönüşte sokaklarda kaybolma endişesini, her zaman yaptığım gibi, “sora sora Bağdat bulunur” sloganı ile attım içimden.
Otele döndüğümde, her günümde paçamdan asla eksik olmayan çamuru temizledim…

İyi ki kaçırdım uçağı, oturup bu yazıyı yazmak nasip oldu..

15 Ocak 2014 Çarşamba

Koca Surların Sardığı Şehirde Diyarbakır'dayım

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:58 | 1 Yorum

Geçen akşam geldim Diyarbakır’a. Gece gece meraklı gözlerle bakındım daha önce hiç gelmediğim bu şehre. Ne kadar çok bitmiş inşaat, site var. Kurtköy gibi burası, her yer de koca koca apartmanlar. Yeni yerleşim yeriymiş, yarısı dolu yarısı boş, kim oturacak buralarda. Var mı o kadar nüfus? 1 milyon nüfuslu kentte bu sayıdan daha fazla apartman dairesi var sanki.

Sabah otelden alındığımda gördüm kenti saran surları, zamanında akşam saatlerinde kapatılan ve kimsenin gün batımından sonra girmesine izin verilmeyen bu eski şehrin surlarının kapılarını.. Anadolu’yu çok seviyorum, doğanın dokusunu, tarihin gizemini, en çokta saygısını, utangaçlığını, çakır gözlerini, sahiplenmesini seviyorum insanının.
Bütün günüm eğitimde geçiyor ama akşamları benim.
İlk gün meraklı sorularıma sıkılmadan cevap veren, beni otele bırakan arkadaşım “işte Dağkapı Meydanı dedi, insanlar burada kendilerini ifade ediyorlar”. “Edebiliyorlar” mı diye iki kaşım havada sordum. “evet” dedi “beş dakika kadar olabiliyor”. Gülüştük, beş dakika sonra neler olduğunu konuşmadık.


Bu gün akan bir gün oldu, doğal olarak gün akınca kendimi daha enerjik ve hafif hissediyorum, kim hissetmez ki. Akşam dışarı çıkacak zindeliği hissettim. Çıktım, o meydana gittim.. Yeni yılın süslemeleri hala var, ışıl ışıl her yer, tam telaş saati ya da etrafta yanıp sönen sarı kırmızı yeşilin bol olduğu tabelalardan ben öyle zannediyorum. Paça-Ciğer-Lahmacun aynı tabelada fıldır fıldır dans ediyor. Meydandaki fırında, camekanın ardında yığılmış simitlere kayıyor gözüm, iyice bakıyorum etrafa, geldiğim yolu sıkı sıkı tutuyorum aklımda. Gece bile olsa duruşundan renklerinden mimarisinden Nebi Caminin eski dokusunu fark ediyorum. Sağımda surların ihtişamı heyecanlandırıyor beni. Şehri dinlemek istiyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Trafik sesi yoğun, bolca korna var ama duymak istediğim bu değil, farklı sesleri duymak istiyorum ben. Sağımdan solumdan geçenlerin çoğu bildiğim dili konuşmuyor, ayaklarımın dibinde bir dilencinin ve avucuna atılan bozuk paraların şıkır sesi, ardından gelen dualar var. Meydanda ciğercinin avaz avaz davetini duyarken, ayağıma çarpan şeyden ödüm kopuyor, gözlerimi açtığımda benden daha korkmuş olan küçük bir çocuğun özür dileyen yüzüyle karşılaşıyorum. Diyarbakır’ın simidinin tadına bakıyorum tabi ki, pastane simidi ve İstanbul'un sokak simidinin karışımı ağzımdaki tat. Otele dönerken köşeden mandalina alıyorum. Tadına bakmadım ama büyük ihtimal ile don yemiş, susuz çıkacak. Tablada en güzel mandalinalar en üstte, parlak parlak, torbayı kapıyorum gencin elinden “seçebilir miyim?” diye soruyorum, doğal olarak “tabi abla” diyor ama üst taraftan almama izin yok, dizilmemiş az gösterişlilerden alabileceğimi söylüyor. Normalde “tamam o zaman” der bırakırım torbayı, bu sefer pek uyumluyum:-) Telefonum yanımda olsaydı gece bu meydanın fotoğrafını kendim çekerdim ama sanki benim gözlerimden, benim için çekilmiş gibi bir tanesini buldum. Kiminse teşekkür ediyorum


Yeni yerler keşfetmek ve yeni insanlarla tanışmak, onlara dokunmak en çok ta kalplerine dokunmak hoşuma gidiyor. Büyüyorum, öğreniyorum, besleniyorum.


Yarın sabah daha erken kalkıp, şehrin ortasındaki bu meydanı gündüz gözüyle dinleyeceğim.

Sayfa Görüntüleme