Var bu Diyarbakır’la bir karmam.
Bana öyle iyi baktılar öyle şımarttılar, öyle pohpohladılar ki sandım THY de
bana aynı ilgi alakayı gösterir de, beni bekler. Ama beklemediJ Hayatımda ilk defa uçak kaçırdım. Hap kadar
hava alanı nasıl olsa yetişirim deyip güvenlik çıkışında ki tatlıcıyla sohbet
ederken, anons yapmışlar, duymadım vallahi. Diyarbakır bırakmak istemedi beni
herhalde, aslında ben de onu. Bir an panik olmadım değil. “Kapılar kapandı bayan konuşun görevlilerle
isterseniz” deyince polisler, el bagajımı savurttum onlara doğru, zaten üç adım
atınca güvenlik girişinden kontuara varıyorsun, ben iki adımdaJ. Biraz
yalvarmaca,”olur olur bi söyleyin diyorum” bana hareket eden uçağı işaret
ediyorlar. Gözlerime inanamadım, vallahi uçak perondan ayrılıyor. Yapacak bir
şey yok! attım panik halini üzerimden de kafam çalıştı yeni bir bilet aldım:-) Bu sefer Atatürk’e inecek. Daha gezip
göremediğim yerler vardı aslında, olmadı döner onları da bir turlardım.
Sadece gece dolaşabildiğim bu
şehri gündüz gözüyle de görmek için geçen Pazar sabahı erken uçakla gelmiştim. Otele yerleşir yerleşmez hemen çıktım
dışarıya. Surların yanından gidersem kaybolmam nasıl olsa, onları takip eder
yine geri gelirim dedim. Şehri çevreleyen surlarda 7 adet kapı var, surların
genişliğini bu kapıların altından geçerken anlıyorsunuz. Gördüğüm bir tabela
vardı, Meryem Ana Süryani Kilisesi diye. Oraya gitmeye karar vermiştim. Sora
sora Bağdat bulunurmuş sordum temiz yüzlü bir çocuğa. Adı Mahzun. Ben seni
oraya götüreyim, o tarafa gidiyorum dedi. Sohbet ettik giderken. Kahve de
çalışıyormuş. “Neden mahzun senin adın, mahzun musun ki sen” diye sorduğumda
mahcup mahcup “mahzunum abla” dedi. Öyle merak ettim ki kırmızı yanaklı, beyaz
tenli pek de konuşkan olmayan bu çocuğun hikayesini. Daha fazla soru sorarsam
sanki hoşuna gitmez gibi geldi, bende merakımı kenara koydum. Daldığımız dar,
yukarıdan geçen çamaşır ipleri ile elektrik tellerinin birbirine karıştığı,
kapıları düzgün kapanmayan evlerle dolu, tek tük insanların geçtiği sokakları
dönüş için ezberlemeye koyuldum. Kilisenin kapısına kadar bıraktı beni, iyi
dileklerimizi sunduk birbirimize. Allah yolunu açık etsin.
Kilise 3. yy dan kalmaymış.
Taşların grisi ve mihrabın koyu ahşap renginin birbirine uyumu harika.
Işıklandırma gizemi daha da arttırıyor. Bahçesinde dolandım, her zaman yaptığım
gibi o zamanlarda hissettim kendimi. Her tarihi mekanı dolaşırken yaptığım gibi
o zamanda ve giysilerimle, kalabalıkların içinde hayal ettim kendimi. Aslında
böyle yerlerde o tarihi dokuyu bozacak hiçbir şey olmamalı. Ne bir plastik
sandalye ne de bir kül tablası. Filmlerde olur ya, tam hayallere dalarsın,
zızızuuzzt dikkatini bir şey dağıtır ve gerçeklere dönersin aniden. Hah aynen
öyle oldum beyaz plastik sandalyeleri görünce bahçede.
İçeri girdiğimde oradaki görevli
ve iki Müslüman genç, “siz – biz” diye inançlarını tartışıyorlardı. Görevli
kendi inancını anlatmaya çalışıyor, gençler ”haşa” diyor her cümlede. En
sonunda kızdı siyah cüppeli görevli “ e sen ne haşa diyorsun, hakaret
ediyorsun?” Kulaklarımı tıkadım tartışmaya belli ki devam edecekler. Mumların
yakıldığı küçük bölümü gördüm, bi sevindim, bayılırım mum yakıp dua etmeye.
Evet, Müslümanlıkta böyle bir şey yok ama kilisede mum yakmanın anlamını
öğrendiğimde sadece eğlenmek ve dilek dilemenin dışına çıktı benim için. Bunun
ne olduğunu Büyük Ada’da, Aya Yorgi kilisesinde, öğrenmiştim. Bir gidişimde sordum
ne anlamı var mum yakmanın diye din görevlisine. Dilimizi tek tük kelimelerle
konuşuyordu ve bana anlatamadı. , ama beklememi rica etti, bir yerlere
telefonla aradı ve illaki sorumun cevabını alayım istedi. Telefondaki kişi, ki
konuşmasından o da yabancıydı anladım, bozuk Türkçesiyle bunun aynen bizim
kurban geleneğimiz gibi olduğunu söyledi. Kurban edilen kötülükler ve içlerinde
onları kendilerinden uzaklaştıran duygular. O güne kadar eğlence ve dilek
dilemek olan bu heves artık bir törene dönüştü benim için. Burada da yakarken
mumumu duvarda asılmış olan duayı gördüm.
“Yarab
yaktığım şu mum vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı
yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ışığınla aydınlat.
Ya rab kilisede uzun süre kalmayacağım, içimden sana bu mumu sunmak istedim.
Bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bir gün boyunca duamın sürmesine
yardımcı ol. Amin.”
Duada bir gün boyunca diyor, sanırım
her gün Tanrıyı hatırlamak gerekliliğini söylüyor aslında.
Beni tören bitti ama kilise
görevlisi ve iki gencin hararetli konuşması bitmedi. Biraz içerde oturmak dua etmek,
meditasyon yapmak istedim. Tartışma akşama kadar sürerdi eğer araya girip dua
etmek istediğimi söyleyip, sessiz olmalarını rica etmeseydim. “Sessiz olsak ta
herkes kalbinin sesini duysa” dediğimde içimde hafif bir çekingenlik,
tedirginlik duydum. Kimse itiraz etmedi, derin bir sessizlik içine gömüldük.
Hep birlikte. Sizin bizin yok olduğunu, herkesin bir olduğunu hissettim. Sevdim
orada olmayı çok. Sessizce ayrılırken, görevliyi selamladım, teşekkür ettim. “Özür
dileriz” dedi.
Geri dönüşte sokaklarda kaybolma
endişesini, her zaman yaptığım gibi, “sora sora Bağdat bulunur” sloganı ile
attım içimden.
Otele döndüğümde, her günümde
paçamdan asla eksik olmayan çamuru temizledim…
İyi ki kaçırdım uçağı, oturup bu yazıyı yazmak nasip oldu..
Ne guzel yazmissin. Oraya gittim sayende.
YanıtlaSilCanım çok beğendim.Sevgiler...
YanıtlaSil