gezdim gördüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gezdim gördüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2014 Pazartesi

Var Bu Diyarbakır'la Bir Karmam.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:26 | 2 comments
Var bu Diyarbakır’la bir karmam. Bana öyle iyi baktılar öyle şımarttılar, öyle pohpohladılar ki sandım THY de bana aynı ilgi alakayı gösterir de, beni bekler. Ama beklemediJ  Hayatımda ilk defa uçak kaçırdım. Hap kadar hava alanı nasıl olsa yetişirim deyip güvenlik çıkışında ki tatlıcıyla sohbet ederken, anons yapmışlar, duymadım vallahi. Diyarbakır bırakmak istemedi beni herhalde, aslında ben de onu. Bir an panik olmadım değil.  “Kapılar kapandı bayan konuşun görevlilerle isterseniz” deyince polisler, el bagajımı savurttum onlara doğru, zaten üç adım atınca güvenlik girişinden kontuara varıyorsun, ben iki adımdaJ. Biraz yalvarmaca,”olur olur bi söyleyin diyorum” bana hareket eden uçağı işaret ediyorlar. Gözlerime inanamadım, vallahi uçak perondan ayrılıyor. Yapacak bir şey yok! attım panik halini üzerimden de kafam çalıştı yeni bir bilet aldım:-)  Bu sefer Atatürk’e inecek. Daha gezip göremediğim yerler vardı aslında, olmadı döner onları da bir turlardım.
Sadece gece dolaşabildiğim bu şehri gündüz gözüyle de görmek için geçen Pazar sabahı erken uçakla gelmiştim.  Otele yerleşir yerleşmez hemen çıktım dışarıya. Surların yanından gidersem kaybolmam nasıl olsa, onları takip eder yine geri gelirim dedim. Şehri çevreleyen surlarda 7 adet kapı var, surların genişliğini bu kapıların altından geçerken anlıyorsunuz. Gördüğüm bir tabela vardı, Meryem Ana Süryani Kilisesi diye. Oraya gitmeye karar vermiştim. Sora sora Bağdat bulunurmuş sordum temiz yüzlü bir çocuğa. Adı Mahzun. Ben seni oraya götüreyim, o tarafa gidiyorum dedi. Sohbet ettik giderken. Kahve de çalışıyormuş. “Neden mahzun senin adın, mahzun musun ki sen” diye sorduğumda mahcup mahcup “mahzunum abla” dedi. Öyle merak ettim ki kırmızı yanaklı, beyaz tenli pek de konuşkan olmayan bu çocuğun hikayesini. Daha fazla soru sorarsam sanki hoşuna gitmez gibi geldi, bende merakımı kenara koydum. Daldığımız dar, yukarıdan geçen çamaşır ipleri ile elektrik tellerinin birbirine karıştığı, kapıları düzgün kapanmayan evlerle dolu, tek tük insanların geçtiği sokakları dönüş için ezberlemeye koyuldum. Kilisenin kapısına kadar bıraktı beni, iyi dileklerimizi sunduk birbirimize. Allah yolunu açık etsin.
Kilise 3. yy dan kalmaymış. Taşların grisi ve mihrabın koyu ahşap renginin birbirine uyumu harika. Işıklandırma gizemi daha da arttırıyor. Bahçesinde dolandım, her zaman yaptığım gibi o zamanlarda hissettim kendimi. Her tarihi mekanı dolaşırken yaptığım gibi o zamanda ve giysilerimle, kalabalıkların içinde hayal ettim kendimi. Aslında böyle yerlerde o tarihi dokuyu bozacak hiçbir şey olmamalı. Ne bir plastik sandalye ne de bir kül tablası. Filmlerde olur ya, tam hayallere dalarsın, zızızuuzzt dikkatini bir şey dağıtır ve gerçeklere dönersin aniden. Hah aynen öyle oldum beyaz plastik sandalyeleri görünce bahçede.
İçeri girdiğimde oradaki görevli ve iki Müslüman genç, “siz – biz” diye inançlarını tartışıyorlardı. Görevli kendi inancını anlatmaya çalışıyor, gençler ”haşa” diyor her cümlede. En sonunda kızdı siyah cüppeli görevli “ e sen ne haşa diyorsun, hakaret ediyorsun?” Kulaklarımı tıkadım tartışmaya belli ki devam edecekler. Mumların yakıldığı küçük bölümü gördüm, bi sevindim, bayılırım mum yakıp dua etmeye. Evet, Müslümanlıkta böyle bir şey yok ama kilisede mum yakmanın anlamını öğrendiğimde sadece eğlenmek ve dilek dilemenin dışına çıktı benim için. Bunun ne olduğunu Büyük Ada’da, Aya Yorgi kilisesinde, öğrenmiştim. Bir gidişimde sordum ne anlamı var mum yakmanın diye din görevlisine. Dilimizi tek tük kelimelerle konuşuyordu ve bana anlatamadı. , ama beklememi rica etti, bir yerlere telefonla aradı ve illaki sorumun cevabını alayım istedi. Telefondaki kişi, ki konuşmasından o da yabancıydı anladım, bozuk Türkçesiyle bunun aynen bizim kurban geleneğimiz gibi olduğunu söyledi. Kurban edilen kötülükler ve içlerinde onları kendilerinden uzaklaştıran duygular. O güne kadar eğlence ve dilek dilemek olan bu heves artık bir törene dönüştü benim için. Burada da yakarken mumumu duvarda asılmış olan duayı gördüm.

“Yarab yaktığım şu mum vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ışığınla aydınlat. Ya rab kilisede uzun süre kalmayacağım, içimden sana bu mumu sunmak istedim. Bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bir gün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin.”
Duada bir gün boyunca diyor, sanırım her gün Tanrıyı hatırlamak gerekliliğini söylüyor aslında.
Beni tören bitti ama kilise görevlisi ve iki gencin hararetli konuşması bitmedi. Biraz içerde oturmak dua etmek, meditasyon yapmak istedim. Tartışma akşama kadar sürerdi eğer araya girip dua etmek istediğimi söyleyip, sessiz olmalarını rica etmeseydim. “Sessiz olsak ta herkes kalbinin sesini duysa” dediğimde içimde hafif bir çekingenlik, tedirginlik duydum. Kimse itiraz etmedi, derin bir sessizlik içine gömüldük. Hep birlikte. Sizin bizin yok olduğunu, herkesin bir olduğunu hissettim. Sevdim orada olmayı çok. Sessizce ayrılırken, görevliyi selamladım, teşekkür ettim. “Özür dileriz” dedi.
Geri dönüşte sokaklarda kaybolma endişesini, her zaman yaptığım gibi, “sora sora Bağdat bulunur” sloganı ile attım içimden.
Otele döndüğümde, her günümde paçamdan asla eksik olmayan çamuru temizledim…

İyi ki kaçırdım uçağı, oturup bu yazıyı yazmak nasip oldu..

15 Ocak 2014 Çarşamba

Koca Surların Sardığı Şehirde Diyarbakır'dayım

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:58 | 1 Yorum

Geçen akşam geldim Diyarbakır’a. Gece gece meraklı gözlerle bakındım daha önce hiç gelmediğim bu şehre. Ne kadar çok bitmiş inşaat, site var. Kurtköy gibi burası, her yer de koca koca apartmanlar. Yeni yerleşim yeriymiş, yarısı dolu yarısı boş, kim oturacak buralarda. Var mı o kadar nüfus? 1 milyon nüfuslu kentte bu sayıdan daha fazla apartman dairesi var sanki.

Sabah otelden alındığımda gördüm kenti saran surları, zamanında akşam saatlerinde kapatılan ve kimsenin gün batımından sonra girmesine izin verilmeyen bu eski şehrin surlarının kapılarını.. Anadolu’yu çok seviyorum, doğanın dokusunu, tarihin gizemini, en çokta saygısını, utangaçlığını, çakır gözlerini, sahiplenmesini seviyorum insanının.
Bütün günüm eğitimde geçiyor ama akşamları benim.
İlk gün meraklı sorularıma sıkılmadan cevap veren, beni otele bırakan arkadaşım “işte Dağkapı Meydanı dedi, insanlar burada kendilerini ifade ediyorlar”. “Edebiliyorlar” mı diye iki kaşım havada sordum. “evet” dedi “beş dakika kadar olabiliyor”. Gülüştük, beş dakika sonra neler olduğunu konuşmadık.


Bu gün akan bir gün oldu, doğal olarak gün akınca kendimi daha enerjik ve hafif hissediyorum, kim hissetmez ki. Akşam dışarı çıkacak zindeliği hissettim. Çıktım, o meydana gittim.. Yeni yılın süslemeleri hala var, ışıl ışıl her yer, tam telaş saati ya da etrafta yanıp sönen sarı kırmızı yeşilin bol olduğu tabelalardan ben öyle zannediyorum. Paça-Ciğer-Lahmacun aynı tabelada fıldır fıldır dans ediyor. Meydandaki fırında, camekanın ardında yığılmış simitlere kayıyor gözüm, iyice bakıyorum etrafa, geldiğim yolu sıkı sıkı tutuyorum aklımda. Gece bile olsa duruşundan renklerinden mimarisinden Nebi Caminin eski dokusunu fark ediyorum. Sağımda surların ihtişamı heyecanlandırıyor beni. Şehri dinlemek istiyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Trafik sesi yoğun, bolca korna var ama duymak istediğim bu değil, farklı sesleri duymak istiyorum ben. Sağımdan solumdan geçenlerin çoğu bildiğim dili konuşmuyor, ayaklarımın dibinde bir dilencinin ve avucuna atılan bozuk paraların şıkır sesi, ardından gelen dualar var. Meydanda ciğercinin avaz avaz davetini duyarken, ayağıma çarpan şeyden ödüm kopuyor, gözlerimi açtığımda benden daha korkmuş olan küçük bir çocuğun özür dileyen yüzüyle karşılaşıyorum. Diyarbakır’ın simidinin tadına bakıyorum tabi ki, pastane simidi ve İstanbul'un sokak simidinin karışımı ağzımdaki tat. Otele dönerken köşeden mandalina alıyorum. Tadına bakmadım ama büyük ihtimal ile don yemiş, susuz çıkacak. Tablada en güzel mandalinalar en üstte, parlak parlak, torbayı kapıyorum gencin elinden “seçebilir miyim?” diye soruyorum, doğal olarak “tabi abla” diyor ama üst taraftan almama izin yok, dizilmemiş az gösterişlilerden alabileceğimi söylüyor. Normalde “tamam o zaman” der bırakırım torbayı, bu sefer pek uyumluyum:-) Telefonum yanımda olsaydı gece bu meydanın fotoğrafını kendim çekerdim ama sanki benim gözlerimden, benim için çekilmiş gibi bir tanesini buldum. Kiminse teşekkür ediyorum


Yeni yerler keşfetmek ve yeni insanlarla tanışmak, onlara dokunmak en çok ta kalplerine dokunmak hoşuma gidiyor. Büyüyorum, öğreniyorum, besleniyorum.


Yarın sabah daha erken kalkıp, şehrin ortasındaki bu meydanı gündüz gözüyle dinleyeceğim.

Sayfa Görüntüleme