Okuduklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Okuduklarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ekim 2015 Pazartesi

O zaman acısızından olsun.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:19 | Yorum Yap
Her düşündüğümüzde, hareket ettiğimizde, belli bir etkiye karşı belli bir tepki gösterdiğimizde beynimizin aynı bölgesinde hareketler oluyor. Örneğin çok sevdiğim dondurmayı yerken, duymak istemediğim sesi telefonda her duyduğumda,  eve girdiğimde evimin kendine has kokusu burnuma geldiğinde, bu beynimin belli bölgelerinde belli nöronların ateşlenmesine sebep oluyor. Ben ne kadar çok bir düşünceyi ya da hareketi, duyduğum kokuyu tekrarlarsam beynimde o denli derin izler oluşturuyor. Tekrar eden alışkanlıklarımız acısından baktığımızda sabah kalkmak dişlerimizi fırçalamak, eve gelip ayakkabıları çıkarıp ayağımıza terliklerimizi geçirmek, ya da işte şu zamana kadar kullandığımız yöneticilik tarzımız, olaylar karşısında sürekli verdiğimiz aynı tepkileri görüyoruz. Sağladığı kolaylık açısından bakarsak bu iyi bir şey olabilir, çünkü aslında otomatik pilota geçiyoruz, bu da bize oldukça zaman kazandırıyor. Kimse sabah kalkınca banyoya gitmeliyim dişlerimi fırçalamalıyım, işe giderken kendime çeki düzen vereyim diye düşünmüyor bunu gayri ihtiyari yapıyor.

Peki ya değişim zamanları? Eski alışkanlıklarımı kenara koymam gerektiğinde?

İşte o zaman, otomatik pilotu devreden çıkarmak oldukça zorluyor bizi. Çünkü otomatik pilot devre dışı olunca özyönetim devrede ve sürekli bir dikkat sarf etmek gerekli.  Yeni bir şey öğrenmek, yeni bir şeye odaklanmak demek yeni nöronları ateşlemek ve yeni bağlantılar yaratmak demek.  Chip ve Dan Healt Switch adlı eserlerinde öz yönetimin yanında motivasyon devreye girmediğinde tükenmişliğin başladığını dile getiriyor. Yani sürekli olarak akıl kullanarak bir şeyleri değiştirmek imkansız ya da çok yorucu, aklın yanında duygunun da devreye girmesi,  aslında “her ikisinin işbirliği” zorlukların üstesinden gelmek için çözüm.

Durumlar hep değişiyor istesem de istemesem de… Ben de değişeceğim istesem de istemesem de.  O zaman acısızından olsun.

8 Ekim 2015 Perşembe

Sabır Üzerine

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:49 | Yorum Yap

"Hayat yumuşak çimler ve sert dikenlerle dolu bir manzara, sabırsızlık dikenlere sövüp saymak iken, sabır bir çift ayakkabı giymek gibidir" 

diyor bu sabah okuduğum yazıda (Just One Thing- Rick Hanson) ve sabrı, istediğimiz gibi ilerlemeyen olaylarda, zorluk ve rahatsızlık durumları karşısında  fenalaşmadan başa çıkabilme olarak tarif ediyor. Koşullar her neyse odur,ama sabır sizi bir amortisör gibi durumun etkilerinden koruyacaktır diyor...

Konu ile ilgili kendimizi gözleyecek olursak, yardımcı gözlem soruları şöyle:

  • Sabır hissi nasıl bir şey?Sabırsızlık?
  • Gerçekten sabırlı olan bir kişi ile ilgili ne hissedersiniz? ve gerçekten sabırsız olan bir kişi ile ilgili?
  • Sızı sabırsız kılan nedir?
  • Sabırlı olmanızı ne sağlar?
  • Ve size hangi soru yardımcı olacaksa...


Bu soruları bugün biraz sessiz kalıp düşünmek nasıl olur du? Sessiz kalıp düşünmek dendiğinde bir çok kişi "şimdi vaktim yok" diyebilir. Bu doğal, zira bir koşturmaca geçip gidiyor hayat? Duraksamalar sanki bizi bir şeylerden alıkoyacak gibi geliyor. Ben duraksamaları koruma faktörlü güneş yağına benzetiyorum. Terledim bunaldım bir an önce serin sulara kendimi atmak istiyorum ve iki dakikalık güneş kremi ritüeli ile uğraşamayacağım, korunmuyorum, günümü neşe içinde geçiriyorum ama akşam sızıdan duramıyorum. Üstelik bütün gün fark etmedim bile, akşama çıkıyor acısı. Farkındalık, mindfulness ya da anda zihinde olmak...

Deneyimlerimden yola çıkarak diyebilirim ki minik molalarla oluşan alışkanlıklar giderek hayatın bir parçası oluyor, giderek daha güçlü ve mutlu yaşıyoruz.

Hepimize anda olduğumuz, sabrın kazanımlarına odaklandığımız, sabırsızlığın bizde yarattığı hüsran duygularını fark ederek, dikkatimizi o anda gerçekten işimize yarayacak ne varsa ona çevirdiğimiz, kendimize ne iyi gelecek ise onu yarattığımız zamanlar diliyorum...-)

30 Ekim 2014 Perşembe

Tek Kuruş Ödemek Zorunda Değiliz

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:24 | Yorum Yap

Önümüzdeki günlerde, "gönlüne dokunan bilgelik hikayesini al gel, anlat, paylaş" türünden bir sohbete başlayacağız. Dr. Yaşar Ateşoğlu'nun Bilgelik Öyküleri Kitabından öylesine açtığım hikaye bana neler düşündürdü neler...



Bana gelen günlük düşüncelerden arada sırada içinden seçer ve Neşe'ye gönderirim. "Ay Zeynep tam da bana göre, hissediyor musun sen?" diye sorar gülerek. Yok :-) ben hissetmiyorum aslında, gerçek şu ki her hikayede kendimizden bir parça var. Bizler bu hikayeleri parmak izimiz gibi kendimize özgü bakış açılarımızla değerlendiriyoruz. Bakalım kimlere nereden dokunacak... Ve belki de bizimle paylaşacak...


Bir zamanlar bir delikanlı bir bilgeye talebe olmak istedi. 
"Bana talebe olmak zordur" dedi bilge "korkarım sen bunu başaramazsın".
Ama genç kararlıydı. Kendisinden ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyledi. Bilge de ona manevi yoldaki ilk vazifesini verdi.
"Bir yıl boyunca kim seni kızdırmaya çalışırsa ona bir lira vereceksin".
Genç denileni yaptı ve bir yıl boyunca kendisini öfkelendirmeye çalışan insanlara para verdi. Bir yılın sonunda genç bilgeye geldi ve bundan sonraki vazifesine hazır olduğunu bildirdi. 
"Önce şehre git ve bana yiyecek al" dedi bilge.
Genç yanından ayrılır ayrılmaz, bilge dilenci kıyafetlerine büründü ve sadece kendisinin bildiği kısa bir yoldan gençten önce şehre ulaştı. Gencin geçeceği yola oturdu ve onu bekledi. Tam genç yanından geçerken, dilenci görünümündeki bilge ona hakaret etmeye başladı. Başkalarının duyacağı kadar yüksek sesle onun ne kadar aptal göründüğünü söyledi. Ama gençte hiç bir öfke işareti yoktu. Tam aksine;
"Ne kadar harika" diye karşılık verdi genç, sakin bir şekilde." Tam bir yıl bana hakaret eden herkese para ödemek zorunda kaldım, şimdi tek kuruş ödemek zorunda değilim."
Bunun üzerine üzerindeki dilenci kıyafetini çıkaran ve yüzünün gösteren bilge gence söyle dedi;
"Başkalarının ne dediğine aldırış etmeyen bir kimse bilgelik yoluna adım atmış demektir. Eminim ki sen bundan böyle hakaretlere aldırış etmeyeceksin ve doğru bildiğin yoldan asla vazgeçmeyeceksin".

Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Bu bilgelik hikayesi bana Don Miguel Ruez'in  Dört Anlaşma kitabından ikinci anlaşmayı anımsattı. Anlaşma "hiçbir şeyi kişisel algılamayın" çünkü kişisel algıladığınız anda her ne söylendiyse ona katılmış oluyorsunuz diyor.

Hikayede ki delikanlı eğer öfkelenmiş olsaydı "söylenen ile anlaşma" yapmış, zehri zihnine yayarak cehennem rüyasının tutsağı olmuş olacaktı. Olmamasına sebep ise başkalarının ona uygun gördüğü resme aldırış etmemesi ve bir yıl boyunca "bakış açısının" değişmesine sebep olan, onu farklılaştıran çektiği acı. Birisinin sana ettiği hakarete kayıtsız kalmak mümkün mü? Kendini kötü hissetmemek mümkün mü? "Kişisel algılamamak" mümkün mü?

Kişisel algılama tuzağına düşmenin sebebinin "bireysel önemlilik" olduğunu söylüyor yazar.  Bu tutsaklık, bataklığın içinde olmak gibi ve kötü olan şu ki siz bataklıkta oldukça, hayat geçip gidiyor ve karşımızdaki ile ilişkimizi değil hayat ile olan ilişkimizi etkiliyor. Oysa durumun gerçekten bizim algıladığımız gibi olup olmadığını bile bilmiyoruz.  Bir hiç uğruna kendimizi acı çekmeye mahkum bile etmiş olabiliriz. Doğru olan şu ki “Herkes kendi dünyasını yaşıyor“. Yani hepimizin yaptığı, söylediği, dile getirdiği fikirler kendi zihinlerimizdeki anlaşmalardan kaynaklanıyor. 

O zaman insanın kendini kötü hissettiğinde şu soruları sorması bir farkındalık yaratır mı?

Ben zihnimdeki hangi anlaşmaya uyuyorum? (altında hangi düşünce yatıyor)
Kendimi çok mu önemsiyorum?
Hangi bakış açısı bana hikayedeki delikanlının  hafifliğini yaşatır? 
Bu hafifliği nasıl alışkanlık haline getiririm?

Cümlemize "Sürdürülebilir hafiflik" diliyorum o zaman.:-)

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kırlangıç ile Tekir Kedi - Jorge Amado

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:52 | 1 Yorum

Bir öykü bu... Öyle ki "Sabah" gerçekten değiyor sana, içimizden birisi gibi hissettiriyor öyküde kendini. Sen, ben gibi yaşıyor aramızda, ufka doğru ağır ağır ilerlerken her bir yıldızı öpe öpe söndürüyor. "Rüzgar" serseri, hovarda, bir işe yaramaz ama Sabah'a aşık… Öyküler anlatır ona… Sabah dinlerken büyülenerek Rüzgar'ın uzun öykülerini, kah hüzünlenerek kah gülümseyerek, unuturmuş "Zaman'ı", hal böyle olunca Zaman şaşırırmış, e sadece o mu? horozlar da bilemezmiş ne zaman öteceklerini... Ama Zaman'ın Sabaha karşı bir zaafı varmış. onunla unuturmuş sonsuzluğun yorucu ağırlığını… Uçarı Rüzgar, "Yağmur'la" yakın arkadaş ve tabi ki kötülük yapıp ortalığı birbirine katmakta suç ortağı…

İşte bizim bildiğimiz zamanların çook öncesinde geçen bir öykü okudum geçen hafta. Büyükler için fantastik bir aşk hikayesi, ilkbaharın mahmurluğu ile başlayıp kışın acı günleri ile bitiyor. Öyle bir zaman ki, hayvanlar konuşabiliyor, terziler ve prensesler evlenebiliyor, çocuklar leylekler tarafından ve her şeyi bilerek geliyorlar dünyaya, ayrıca onlar en sevdikleri duygularını bile seçebiliyorlar… Her şeyin farklı olduğu zamanlarda geçen bir hikaye yani…

"Ne güzel olurdu bu dünya eğer bir kırlangıç bir tekir kediye aşık olabilseydi ve mutlu yaşayabilselerdi sonsuza dek" diyor yazar Jorge Amado.

Bu tatlı kitabı okurken her gün dünyaya bir hayvanın gözünden bakan ve bizimle deneyimlerini paylaşan bir arkadaşım vardı aklımın gerisinde, onun bu yaklaşımını hatırlayarak kitabı okumak daha da zevkli oldu. Aşkı, toplumu, değer yargılarını, yaşanan yürek çarpıntısının bu değer yargılarının altında ezilişini ve aslında sıradanlığa boyun eğişi anlatan bir hikaye bu.

Birisi değişebilir mi? Yoksa adın çıkmış dokuza inmez mi sekize? Sana yapıştırılan etiketi ömrübillah taşımak zorunda mısın? Sana yakıştırdıkları gibi yaşamak zorunda mısın? Peki ya “öteki” durumu? Toplumda ki sınırların, aslında zihnimizdeki algının yarattığı sınırların ötesindeki “öteki” durumu?

Sınırlar kalksa, insanlar önce zihinlerde sonra tutumlarda özgür olsa ve özgürlüğe sonsuz saygı olsa…
Yani hayat bayram olsa…

11 Eylül 2014 Perşembe

Promodoro Tekniği- Gün boyunca odaklı olmak (Çeviri)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:52 | Yorum Yap

Üretkenliğinizin bir günden diğerine değişkenlik gösterdiğini mi düşünüyorsunuz? Bazı günler işleri çabucak hallederken bazı günler çok zaman harcayıp hiçbir şey yapmamışsınız gibi mi geliyor size?

Uzun ve yoğun çalışmanın üretkenliği arttırdığı gibi bir yanlış inanış vardır. 2008 yılında İllinois Universitesi’nin yaptığı bir çalışmada uzun saatler masa başına bağlı kalmanın üretkenliği azalttığı ancak muntazam ve kısa araların ise odaklı ve enerjik olmaya yardımcı olduğu ortaya çıkarılmış.
Dahası birçok çalışma uzun zaman masa başında oturmanın sağlık açısından da sakınalı olduğunu söylemektedir.  Aynı zamanda uzun zaman aralıklarında hareketsiz kalmak obezite, kalp hastalıkları, kanser şeker ve hepsinin ötesinde ölüm riski ile ilişkisi vardır, ancak uzmanlar bu risklerin çeşitli egzersizlerle giderilebileceğini söylemektedirler.

İsveçli spor bilimcisi Dr.Erin Ekblom-Bak 2010 da bir makale yayınlayıp egzersizlerin sağlık için vazgeçilmezi olduğu ancak sürekli olarak masa başında vereceğiniz bu aralıkların sağlık riskini azalttığını göstermiş. 

Makale Promodoro tekniğine dayanıyor. Bu basit yöntem, günlük programınızın içine kısa düzenli aralıkları almanız konusunda sizi cesaretlendiriyor ve üretkenliğinizi arttırıp sağlığınızı koruyor.
Öneri hakkında
Promodoro yöntemi Francesco Cirillo tarafından 1980 de geliştirilmiş. Aynı adlı en çok satan kitabı 2013 düzeltilerek yeniden basılmış.
Promodoro İtalyanca domates demek. İşinizi 25 dakikalık bölümlere ayırmakla başlıyorsunuz. Cirillo üniversite öğrencisiyken zamanını ayarlamak üzere domates şeklinde bir mutfak saatinden yararlanırmış ve yöntem de ismini buradan alıyor.
İlk, bu kadar çok ara verilmesine insiyaki olarak karşı çıkılıyor ama araştırmalar tekrar işe dönücldüğünce bunun odaklanmayı arttırdığını göstermiş.

Promodoro Tekniğinin Kullanımı

Promodoro tekniğini kullanmak üzere aşağıdaki tekniği kullanınız;

Adım 1: Programınızı kontrol edin

Birinci adım programı kontrol etmek. Yapacaklar listesine ya da aksiyon programınıza göz atın ve bugün ne yapmaya ihtiyacınız olduğunu düşünün.
Her bir işin ne kadar zamanınızı alacağını tahmin etmeye çalışın, ya da diğer bir değişle kaç tane Promodori ye (25 dakikaya) ihtiyacınız olduğunu hesaplayınız. Şimdi görevlerinizi zamanlayın ki gün içindeki diğer yükümlülüklerinize de uysun.
Aynı zamanda araları da planlayın: Her bir bölüm tamamlandıktan sonra 5 dakika ara ve büyük görev tamamlanınca 20- 30 dakikalık bir ara ( ya da 4 promodori sonrası)
Not:
Cirillo 25 dakikalık aralıkları öneriyor ancak siz istediğiniz aralıkları deneyimleyebilirsiniz. (Bunu biyolojik döngünüzün-günlük ritim-  size ne dediğini izleyerek dinlenmeden önce 90-120 dakika odaklanabilirsiniz. Dr Ekblom- Bak sağlık açısından kişilerin her 45 dakikada bir ara vermelerini öneriyor.

Adım 2 :Zamanınızı ayarlayın

İşe başlamadan önce ihtiyacınız olan şeyleri hazır ettiğinizden emin olun. Uygun olan zamanı ayarlayın, burada 25 dakika diyelim.
Mutfak saati ( meslektaşlarınızı sesi ile rahatsız etmeyecekse) yada günümüzde akılı telefonlar kullanılabilir.
Başlarken sadece o işle ilgileneceğiniz ile ilgili kendinize söz verin ve odaklanmak için kısıtlı bir zamanınız olduğunu unutmayın. Aralarda ise telefonunuzu acın ve arkadaşlarınızla sohbet edin.
Bunları aklınızda tutarak başlamadan önce bölünmeleri minimuma indirin.
Ofis kapısını kapatın, telefonları e mail uyarıcılarını kapatın ve arkadaşlarınıza bölünmek istemediğinizi söyleyin.

Adım 3: Sadece bu iş üzerinde çalışın sadece o iş.

Çalışma bölümü boyunca tüm dikkatinizi bu işe verin.
Aklınızın diğer yapacaklarınızla ilgili düşüncelerle bölünmesine izin vermeyin.  Bunları daha sonra ilgilenmek üzere bir not kağıdına yazın. Eğer çok gerekli ise programınızın bundan sonraki bölümünü buna göre değiştirebilirsiniz ama şimdilik üzerinde olduğunuz bölüme sadık kalın.
Eğer vaktiniz tahmininizden önce biterse, günlük işler ya da kısa görevler için bu zamanı kullanın. Bu işi yapmak kaç promodoro alıyor onu bir kenara not etmek, daha sonraki planlamalar için iyi olabilir, ya da zaman geçtikçe üretkenlik seviyenizi ölçerken kullanırsınız.

4. Adım: Kısa bir ara verin

Zamanınız dolunca 5 dakikalık ara verin. Akışta bile olsanız bunu yapmalısınız çünkü bu zamanlar sizin dinlenmeniz ve yeniden şarj olmanız içindir.
Bu zaman kaybı gibi gelse de üretkenlik seviyenizi arttırıp enerji depolamanızı sağladığı için çok daha yapıcıdır. Cirillo enerji seviyelerinin zamandan çok daha önemli olduğunu iddia ediyor. Promodoro yaklaşımı enerji sağlayarak çalışmaya dayanıyor böylece düşük konsantrasyondayken zaman ziyanının önüne geçiyor.
Üst seviyede bu aralardan faydalanmanın yolu masanızda ayrılmak. Ortada dolaşmak yürüyüş yapmak ya da minik egzersizler yapmak. Kahve yapıp, su içtiğinizde yandaki odada dağınıklığı topladığınızda bile, bu aktiviteler sizi kaslarınızın hareketsiz durumunda ortaya çıkan sağlık problemlerinden koruyor.
Ara verdiğinizde devam etmeniz gerekliliğini düşünmeyin. Bu ara sizin beyninizin öğrendiklerini sindirme zamanıdır. Düşünce gerektiren çok fazla şey yapmayın.
Ayrıca verdiğiniz arada sosyal medyayı yakalamak, e maillere bakmak ya da web de gezinmek dürtünüze karşı koyun. ABD de yetişkinlerin %70 inin elektronik aletlere çok fazla bakmaktan ötürü zorlandığı tespit edilmiş. Masanızı toplamak yerine, meditasyon yapın, bazı kağıtları yırtın ya da başka bir takım arkadaşınızla sohbet edin. Evden çalışıyorsanız çamaşır makinenize biraz çamaşır atabilirsiniz.

Adım 5:Göreve devam edin ve daha uzun ara yapın

Ara bitince yeniden saatinizi kurun ve işe devam edin. Promodoribitince 20-3- dakikalık aranızı alın. Yürüyüşe çıkın, sağlıklı yiyecekler bir şeyler atıştırın, öğlen yemeği yiyin ya da kitap okuyun… Sizi masanızda uzaklaştıracak ve zihninizi temizleyecek herhangi bir şey…
Unutmayın burada önemli olan enerji ikmali. Sadece yöntem bunu söylüyor diye 4 promodori sonuna kadar beklemek zorunda değilsiniz, kurallar o kadar taş gibi katı değil.
Bedeninizi dinlemek önemlidir. Eğer zihniniz gezinmeye başlar ya da siz yorgun hissederseniz, bölümün sonuna kadar kendinizi zorlamayın. Unutmayım beden ritminiz doğal olarak 90-120 dakikalık döngüleri takip eder. Sizin göreve başladığınızda beden ritminizin hangi evrede olduğunu bilmek zordur.
Belki de üç promodori sonrası 20 dakika ara ya da beş bölüm sonra 30 dakika ara şeklinde deneyimlemek de isteyebilirsiniz. Sabahları daha uzun konsantre olabilir, öğleden sonra daha sık aralara ihtiyaç duyabilirsiniz. İdeal şablonu bulduktan sonra gün içinde başardıklarınıza bayılacaksınız.

Promodoro Tekniğinin artıları ve eksileri 

Zamanınızı idare etmek için bu Promodoro tekniğin birçok faydası var.
Zamanı bölmek onu daha efektif kullanmaya yarıyor ve ayrıca büyük projelerde bunalmayı önlüyor.
Bölünmeleri minimuma getiriyor, dikkatinizi dağıtacak ve üretkenliğinizi etkileyecek çok görevli çalışma ve ertelemeyi çalışacağınız limitli zamanınız olduğu için azaltıyor. Araştırma, sürekli kısa aralıkların verimlilik seviyenizi arttıran sağlığınıza iyi geldiği, konsantrasyonunuzu geliştirdiğini onaylıyor. Cirillo yöntemin dikkat eksikliği olan kişilere çok daha uygun olduğunu söylüyor.
Kısa aralıklar zihne aldığı bilginin sindirilmesinde yardımcı oluyor, ayrıca birçok fikrin bir araya gelerek “ayma zamanlarına” fırsat tanıyor. Ayrıca kendinizi öğleden sonraları daha az yorgun hissediyorsunuz.
Bir diğer konu da bu yöntem herkese uymayabilir. Bazıları bu kısa zaman aralıklarını ilhamın akışını önlediği için rahatsız edici bulabilir. Ayrıca bu yöntem müşteriler ve diğer çalışanlar tarafından sıkça bölünen iş ortamları için uygun olmayabilir.
Sonuç olarak, promodoro tekniği basit ve uygulaması kolaydır. Zaman tutmaya ve “olabilir” tavrına ihtiyaç vardır. Sağlığınızı ve üretkenliğinizi arttıracaktır. Deneyin ve sizin için işe yarayıp yaramadığını görün.

Not: Mind Tools makalelerinden tercüme edilmiştir.( hiç ara vermemenin utancı ile)

5 Aralık 2013 Perşembe

“Stres” iş hayatının olmazsa olmazlarından oldu artık. İşe vardığınızda, ay sonuydu yıl sonuydu, yetişecek raporlardı yok çalışanın motivasyonuydu vs. değil sadece sorun olan, örneğin işinize gitmek üzere kapıdan çıkılınca trafik ile başlıyor stres. Büyük şehirde olanlar için bu durum çok daha acıklı. Hiçbir şey kontrolümüzde değil, kontrol edemediğimiz her şey ise çalışma hayatında stres sebebi oluyor. Koşuların zor olduğu bir gerçek ancak eğer her şeyi bırakıp da doğada kendine yeten sistemler kurarak yaşama şansımız yok ise stresimizi azaltmanın yöntemlerini bulmak konusunda ilk başta kendimize sonra da birlikte yaşadığımız insanlara karşı sorumluyuz. 

Bizler, başkaları yapıyor diye inanmadığımız uygulamaları yaptığımızda asla sonuç alamıyoruz. Çünkü inanç olmadığında aralanmış kapı da yok, kapı olmayınca geçit yok. Tosluyorsun duvara. Gerçek inanç sistemimizi sorgulamak yerine, olanı biteni suçlamak da kolay geliyor insana. Neden kapıları aralamak konusunda kendimize şans tanımıyoruz ki?

“Günde iki dakika ile stresi nasıl azaltırsınız” konulu HBR makalesini kaleme alan Greg Mckeown yıllarca birlikte çalıştığı Bill Reilly’nin deneyimini azimli ve yetenekli bireylere örnek olması amacıyla paylaşmış. Benim de çok hoşuma gitti ve sizinle paylaşmak istedim. 

Uzun bir zaman stres ve içindeki endişeleri giderme konusunda çeşitli yollar deneyen Bill’in en sonunda kendisine basit ve etkili, ayrı ayrı yapılınca da yararı olan ama birlikte olduğunda çok daha etili olan, ona Apple yöneticilik kapılarını açan beş araçtan bahsediyor bu makalede. Bunlar Bill’in el yordamı ile, kendi deneyimlerinden yola çıkarak buldukları şeyler olsa da her aracın sonuna yazar o konu ile yapılan bilimsel araştırmaları da eklemiş.

NEFES. Önce, iş yerinde her masasına oturduğunda üç derin nefes alıyor, bu uygulamayı alışkanlık haline getirdiğinde de bunu birkaç dakika daha uzatıyor Bill. Rahatlamasına yardımcı olan bu yöntemi uyguladığında çok daha sabırlı ve soğukkanlı olduğunu fark ediyor ve nefes egzersizlerini günde yarım saate çıkarıyor. Derin nefes egzersizleri binlerce yıldır yoga uygulamalarının bir parçası olarak bilinir ancak bu yenilerde Harvard’s Massachusetts General Hospital’ın bir araştırması ile nefesin stres ile başa çıkma konusunda pozitif etkisi olduğu resmen ortaya konulmuş.

MEDİTASYON. Meditasyonu ilk duyduğunda, bu Bill’e hippileri çağrıştırmış. Ancak Steve Jobs, Oprah Winfrey gibi meditasyon yapanları duyunca cesaretlenip günde bir dakika ile başlamış. Beden taramasına dayalı olan meditasyonunu, ayak parmaklarından başına kadar bedeninin her bölümündeki enerji ve zihnine odaklanarak yapmaya başlamış.  Harward ‘da yapılan son araştırmalarda 8 hafta boyunca meditasyon yapanlarda, beynin öğrenme ve duygusal ayarlamaları yapan gri hücrelerinde artış gözlemlendiği görülmüş. Diğer bir deyişle meditasyon yapanlar duygu kontrolü ve beyin gücünü arttırabiliyor. 

DİNLEME. Meditasyon yaparken konsantre olduğu gibi, başkalarını dinlerken de onlara yoğunlaşır ise  etkileşimin çok daha fazla olduğunu bulmuş Bill. Bu dinleme şekli karşısındaki kişi ile ayrı bir bağ oluşturmasına sebep olmuş ve birden hayatın daha anlamlı ve zengin geldiğini hissetmiş. Bu konuda makalede, Profesör Graham Bodie’nin deneysel notlarında dinlemenin, olumlu bireyler arası iletişim davranışı (positive interpersonal communication behavior) olduğundan bahsediliyor.

SORGULAMA. Bu başkalarını değil zihninizin yarattığı düşünceleri sorgulama. Zihninizin bir düşünce yaratması onu doğru kılmaz. Bill kendisinde “Bu düşünce doğru mu?” sorusunu sorma alışkanlığı yaratmış ve bundan emin olmadığında da bunun geçip gitmesine izin vermiş. “Zihninize bir fikir ortaya atıp yoluna devam ettiği için teşekkür edin. Bunu, daha önce ben de olmayan bir rahatlama kapağı ve negatif düşüncelere bir çıkış noktası yarattığı için özgürleştirici olarak görüyorum” diyor. Bu konuda Byron Katie ( The Work’un kurucusu) ise negatif düşünceleri bastırmak yerine, onları bilmenin gücünü kendi deneyim ve araştırmalarının gösterdiğini söylüyor. Doğru olduğuna inandığımız şeyleri göz ardı etmeye çalışmak yerine, sorgulama yapmak düşüncelerimizle yüz yüze gelmemizi sağlıyor ve doğru olmadıkları için onları önemsizleştiriyor. 

AMAÇ. Bill “amaç ile yaşam”a kendini adamış. Yaşam amacı gibi değil bu daha basit. Her ne yapıyor ise amaçlı (purposefully) yapıyor. TV seyretmek istiyor ise gerçekten TV seyrediyor ya da bir yemek yiyecek ise bundan zevk alarak yiyor. Bill’in bu deneyimini destekleyen bir de araştırma var. Bilgi işçilerinin bir saat içinde 36 kez e-maillerine baktıklarını tespit edilmiş. Sonuç tabi ki stresin artması . Yapılan her eyleme bölünmeyen dikkati vermek sizi anda kılıyor ve bu deneyimi dolu dolu yaşamanızı sağlıyor.

Hayatlarımızdaki karmaşaya basit çözümler yaratabilmek, zihinde neler olup bittiğini fark etmek, başka açılardan bakabilmek, biraz zaman ayırmak ve yeni alışkanlıklar oluşturmak…ÖZGÜRLEŞMEK:-)

16 Temmuz 2013 Salı

Hep Sevgili Kalalım-Fatma Torun REID

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 02:01 | Yorum Yap

Bazı kitapları okurken, yazara yakınlık duyar, onu tanıyormuş hissine kapılır ya da açıp telefonu, kendimi tanıtıp tatlı bir sohbet için kahveye davet etmek isterim. İşte "Hep Sevgili Kalalım" kitabını okurken de aynı şey oldu. Bir hikaye kitabı ya da roman filan değil. Aile ve çiftler terapisinde klinik çalışmalar yürüten uzman psikolog “Fatma Torun REID” tarafından yazılmış kendisinin psikoterapi çalışmalarından örnekler verilerek yazılmış bir kitap. 

Gözü korkutan bir cümle kurduysam özür dilerim, yanlış anlaşılmak istemem zira anlatılan her olay, onu izleyen gözlem ve sonuçlar öyle tatlı bir dille anlatılmış ki, romantik desem yeridir. Aktardığı vakalarda seçilen kişiler ya da ilişkiler kendi içinde çok özel ve farklı farklı olayları anlatsa bile, kendinizden ya da ilişkilerinizden bir parça illaki buluyorsunuz.
Çocukluğumuzun ilk üç yılının ve ergenlik dönemimizin bitmemiş işlerini nasıl bugüne taşıdığımızı, daha doğrusu bugünün sevgili, eş ve evlat gibi önemli ilişkilerine nasıl taşıdığımızı anlatıyor. Geçmişin bitmemiş işlerini tamamlamamıza yarayacak eşlerimizi nasıl seçtiğimizi anlatıyor.
Eşimi düşündüğüm zaman, ikimizin bazı karakter özelliklerini, hayata bakış açımızı, alışkanlıklarımızı... kuzey ve güney gibiyiz. Nasıl oldu da birbirimizi seçtik, nasıl oldu da aşık olduk evlendik ve nasıl oldu da iyi kötü zamanlarla 20 yılı devirdik. Ben bu kitabı okurken bu soruların hepsinin cevabını buldum. Boşlukların yani derin çukurların, yığılmış tepelerin, yollar açmak için sökülüp açılmış ağaçların, yolları kesen barikatların farkına vardım. Bana eşimi seçtiren neydi sorusunun cevabını buldum. Bu rahatlatıcı, düşündürücü ve aslında umut verici, çocukken birden abla ya da ağabey olduğunu farkına varıp büyümek gibi. Bilinmeyenin bilinir olduğunda kendine duyduğun güven gibi.
Hep sevgili kalabilmek gerçek anlamda kendini bulabildiğin zaman ama bunu birlikte yapabildiğin zaman mümkün. Fatma Torun hep sevgili kalabilmenin bir tavır meselesi olduğunu söylüyor. Kişinin birlikteliği yürütme niyeti, yapılan gayreti görmesi, kendine, diğer insanlara ve dünyaya sevgi penceresinden bakabilme özelliği diyor. İşte o zaman "Murat Özgül" tarafından hazırlanmış o kitap kapağında olduğu gibi kurumuş onca yaprağın içinde hala baharı yaşayan yemyeşil iki yaprak gibi kalıyorsun.
Okurken kızımı da çok düşündüm, tamamlayamadığı neler var acaba ilerde ilişkilerine taşıyacak olduğu? Hem kendimiz hem de geleceğe hazırladığımız evlatlarımız için okunacak bir kitap.

16 Şubat 2012 Perşembe

Sana gül toplamak istedim bu sabah ama

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:41 | Yorum Yap
SAADİ’NİN GÜLLERİ
Sana gül toplamak istedim bu sabah ama
O kadar fazla gül doldurmuşum ki koynuma,
Koptu esvabımın düğmeleri birden bire.

Havaya dağıldı topladığım bütün güller;
Hepsi rüzgarla savrulup, denize gittiler;
Sularda, bir daha geri dönmemek üzere.

Tutuşmuş gibi, kıpkırmızı oldu dalgalar.
İşte esvaplarımda hala gül kokuları var..
Gel, duy o kokulu hatırayı, üzerimde

*Marcelin Desbordes-Valmore(Türkçesi Orhan Veli Kanık)

Bir arkadaşımın annesi ile bu aralar kitap alış verişinde bulunuyoruz. Daha doğrusu ben bir kere veriş yaptım, şu an hep alış durumundayım. Dengeyi tutarız inşallah. Arkadaşım en son kitabı bana verirken ‘bu senin okuyacağın bir kitap değil ama annem illaki yolladı’ dedi. Gelen kitap Şafak Pavey’in en son yazdığı Nereye Gidersem Gökyüzü Benimdir kitabı. Yıllar evvel geçirdiği kazayı duyduğum günü hatırladım. TV başında gözlerimden yaş çıkarak annesini ve genç bir kızın değişecek hayatını düşünmüş, her ikisi içinde dua etmiştim. Daha sonraki günlerde gazetede, protez bacağı ve kolu takıldığında çıkan fotoğraflarında yüzündeki gülümsemeyi hiç unutmam.. Hala her yerde aynı güzel gülüşü var. Sanırım o başına ne gelirse gelsin üstesinden gelmiş olmak la eğleniyor. Ben de eğitiminin, evlatlığının ve Türk kadınlığının hakkını verdiği için onunla gurur duyuyorum. Siyasette de ses getiren gerçek projelere imza atmaya devam edeceğinden eminim. Ya işteJ Şafak’la bu yakınlığımı bilmeden Mehlika Teyzem ısrar etmiş bu kitabı bana gönderme konusunda. Hemen okudum, hem de karşılıklı kahve içerken soluksuz anlattıklarını dinler gibi. Hem güldüm hem de duygulandım. Yazılarını takip ettiğim bir arkadaşım,(Meltem Ünsal-Meltem’le yolculuk) birkaç gün evvel, Türkiye’de devlet kurumlarında çalışan kadınlarla ve kadın hakları ile ilgili yazısında şuan ki zihniyete isyan ediyordu. Tam da onun üzerine, Şafak İran günlerini paylaştı benimle. Ben yine bu genç kadına dua ediyor ve ona Allah’tan her zaman güç diliyorum. Yakınlığımız devam edecek eminim:-)
Bu arada yukarıda paylaştığım şiir de onun kitabının son sayfasıydı. Bir şekilde dokundu içime.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Şems den bir hikaye..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:27 | Yorum Yap

Okuduğum son kitaplardan birisi Sinan Yağmur’un yazdığı Aşkın Gözyaşları.  Şam’dan Konya'ya geri dönerken, Şems’in Sultan Veled ve seyahatte kendilerine refakat eden dervişlere anlattığı bir hikaye….


İkindi vakti namazı öncesi şeyh dervişlerinden birinden, abdest almak için kendisine bir ibrik su dökmesini rica eder. Hem abdestini almakta hem de dervişi gözlemektedir. Bu arada su döken derviş bakar ki şeyhin ellerinin bazı yerleri kurudur ve aklından ‘bir de şeyh olacak doğru dürüst abdest almayı bile beceremiyor ’ diye geçirir.  Derviş in alaycı bakışlarını yakalayan şeyh onun aklından geçenleri okur ve ‘sen bize yaramazsın’ diye dervişi kovar.
Derviş pişman olsa da iş işten geçmiştir. Düşer yollara, ailesi ve gidecek yeri yoktur, yorulmuş acıkmıştır. Karanlıkta bir ince ışık görür ve oraya doğru yöneldiğine kendisine yemek pişiren çoban onu da buyur eder ve ona acıyıp karşı dağın ardındaki şehirden bahseder. Ancak bu şehrin özelliğini de söyler. Bu köyde ne alırsan sadece ‘Eyvallah’ demek yeterliymiş fakat uyulması gereken 3 kuralı da varmış ve ihlal edeni şehirden atarlarmış.
‘Birinci kural kulun işine karışmayacaksın, ikinci kural Allah’ın işine karışmayacaksın, üçüncü kural yalan konuşmayacaksın’ demiş çoban. Dervişin çok hoşuna gitmiş çünkü kurallar ona çok basit gelmiş.
Ertesi sabah erkenden yola çıkmış ve şehre vardığında doğru hamama gitmiş. Yıkanmış paklanmış, sağ elini göğsüne koyarak hamamcıya ‘eyvallah’ demiş. Hamamcıdan aynı karşılık gelmiş. Emin olmak için derviş ‘borcum?’ diye sormuş. Hamamcı ‘eyvallah dedin ya o yeter’ demiş. Derviş bir ay boyunca böyle yaşmış ve "iyi ki de dergahtan kovulmuşum" demiş içinden.  
Bu arada köle pazarından yine bir "eyvallah" karşılığı bir köle kadın almış ve onunla evlenmiş. Günleri güzel geçmekteymiş.
Günlerden bir gün karşıdan bir adam ve iki kadının geldiğini görmüş Derviş. Kadınlardan genç olanın saçı başı açık, daha yaşlı olanın ise her tarafı kapalıymış. Bizim derviş ‘Şuna bak, asıl örtünmesi gerekenin her yeri açık saçık’ diye bağırmış. O da ne! Genç kadın birden bağırmaya başlamış ‘Zaptiyeee, zaptiye kulun işine karışıyoooor’. Derviş ne olduğunu anlamadan soluğu karakolda almış ve biraz da hırpalanmış. Duruma çok içerleyen derviş karakolun dış avlusunda ellerini havaya açarak ‘Ey rabbim bu nasıl iş? Ben bir kulunu uyardım sadece, bu nasıl iş’ diye söylenmiş. Oradan geçen bir birisi ‘Zaptiyeeee, zaptiye Allah’ın işine karışıyor’ diye bağırmaya başlamış. Ve yine karakol, yine dayak..Bizim derviş yorgun argın evine gelip ve kendini yatağa atmış. Olayı duyan av arkadaşları kendisine ziyarete gelmişler ancak o kadar halsizdir ki karısına ‘evde yok de evde yok de' der. Bu sefer eşi bağırmaya başlar ‘Zaptiyeee, zaptiye , eşim yalan konuşmamı istiyoooor’.
Ve tabi derviş zaptiyelerce şehirden kovulur.
Kitapta bu hikayeye bayıldım. Ben çocukluğumdan beri  kendimi başkalarının yaptıkları ile fazla ilgilenmez bilirim.( "fazla" ilgilenmez J ) Bu hikayeden sonra dikkat etmeye karar verdim ve bir sürprizle karşılaştım. Başkaları beni ne kadar gereksiz ilgilendiriyormuş.  Başkasının şu anda ne yaptığı ve nerede olduğu, ben yaya yürümeme rağmen başkasının neden yolun ortasında trafiği tıkadığı, olmuş bitmiş konularda ah keşke şöyle olsaydılar  vs. vs. Gün içinde her birini not alsam, vay vay vayy..

Bir oyun oynayın ve siz de dikkat edin.

Bakın bakalım aslında sizi hiç ilgilendirmeyen kaç kişi ya da kaç olayla ilgili aklınızı, zihninizi meşgul ediyorsunuz? Durum böyle ise ne kadar çok vakit kaybediyoruz, geri getiremeyeceğimiz o çok değerli hazinemizi boşa harcıyoruz.
Bu düşüncelerden kurtulmak, odak noktasını kendimiz yapmak bize yol aldırır. Kendimizi odağa aldığımızda içimizdeki sesi duyma olasılığımız o kadar fazla. Bu noktada bir dikkat daha sarf etmeli ki o da bu sesin dost mu düşman mı olduğunun ayırımı. Dost ses bizi destekler, ona güvenmek bizi harekete geçirir ama düşman ses de yaş tahtalar konusunda uyarabilir. Takılmadan onu da kullanalım o zaman.
Peki yakın çevremizle ilgilenmemek mümkün mü? Çocuğumuz, eşimiz, dostlarımız elbette bizi ilgilendiriyor. Ucu rahatımıza dokunan o kadar çok  konu var ki... Bağlılık değil bağımlılıklar çok. Oysa bağlılık yaratıp bağımlılıkları azaltınca ilgi gerçek ilgi oluyor ve sevgi de gerçek sevgi.
Başlangıç olarak dış halkaları almak ve birer birer onları küçültmek sonunda kendimize varma yolunda kolaylık sağlar.
İyi yolculuklarJ

Sayfa Görüntüleme