Perşembe
akşamı havaalanındayım. Etraf bir kalabalık. Amsterdam’dan gelen uçağın tahmini
varış saati 00:12 demek ki bir buçuk saat rötar var, demek ki tarih artık 12
Nisan değil 13 Nisan olmuş olacak uçak indiğinde..
Dış hat
gelen yolcu tarafında Cafe Nero açılmış, rahat bir koltuk buldum, ağzım
kulaklarımda, içim pırpır, kahvem elimde, uzattım ayaklarımı, açtım kitabımı vaktin
geçmesini bekliyorum. Gözlerim kitabın satırlarında dolaşırken aklım gerilerde.
Geçmişten fotoğraf kareleri dökülüyor sayfalara, dönüp dönüp tekrar okuyorum
anlayamadığım cümleleri. Yok yok, mücadele etmek gereksiz bıraktım satır
aralarına sıkışan fotoğraf karelerini artık tatlı tatlı akıyor benim başyapıt
filmim. Senaristi ben değilim ama yönetmenliğini yapıyorum. Bir anda dudaklarım
büzülüp, tek kaşım havaya kalkıyor. Acaba? Sahiden yönetmenlik yapabildim mi
hakkıyla? Hiç sanmıyorum oyuncu o kadar güçlü ki, kendi oyununu çıkarmış hep. Filmin
yönetmenliğini o yapmış aslında, ben sadece ona 18 yıl boyunca gerektiğinde destek
olmuşum. Kendini öyle güzel ifade etmesini bilmiş ki, unuttuğunda ya da
yetişemediğinde arkasından boşlukları doldurmak kalmış bana. Gitmek istediği
kendi yolunu yürümüş, arkasından iz sürmek, arada kaçak yollara saptığında höt
demek kalmış bana. Seçimlerinde özgür olmuş, kendini yönetmen sanan ben karşısına
hayır bu olmaz diye dikildiğimde, ya ikna etmeyi bilmiş ya da vardır sebebi
diye tecrübeye isteyerek kendi seçimiyle saygı göstermiş. Ağladığında koynuma
girip göz yaşlarını dökmüş, uzun sürmemiş hiç göz yaşları çünkü hep mutlu olmak
doğası olmuş. Yanlış yapmış ama ders almasını bilmiş, zayıflıklarına boyun eğerken
gelecek darbelere karşı da uyanık olmaya çalışmış. Olamadığında onarmasını bilmiş.
Güçlü bir oyuncu olmuş. Yönetmenine güç veren bir oyuncu olmuş. Ben kendimi
ölünceye kadar yönetmen sanacağım galiba, güçlü baş rol oyuncusuna saygı gösteren bir
yönetmen.
Saat 00:30,
telefon çalıyor. ‘Annecim, pasaport sırasındayız. Bavulumu alıp hemen
geliyorum, sizi öyle özledim ki’. Canım kızım bende seni öyle özledim ki, ‘hemen
hemen gidiyorum kapıya’. Gümrüksüz satış mağazalarına uğrar mı uğramaz mı
sorusu, bekleme sürem uzadıkça cevap buluyor. Olsun gülümsüyorum yine de, ben
olsam bende kendimi kaybederdim, o genç, otur bekle sözde yönetmen..
Sonunda açılan
kapıdan, kocaman gülümsemesi, kendine has giyim tarzı ile minik bavulunu arkasından
çekerek gelen, 18 yıl bir gün önce doğmuş zarif bir genç kız çıkıyor. Hoş
geldin bir tanem. Ben doğum gününde seninle olamadım. Kocaman sarılıyorum,mis
gibi kokusunu içime çekiyorum. ‘Doğum günün kutlu olsun güzel kızım’ ‘Anne nasıl
eğlendik, 18 yaş doğum günümü daha güzel kutlayamazdım’.
Nice güzel yıllara. Mutlu günleri mutsuzlarından kat kat fazla olsun inşallah.
YanıtlaSilCanım ne duygularını ne güzel yorumlamışsın yavrum.Zevkle okudum.Seni bol bol öptüm.
YanıtlaSilKız annesi olmak, galiba dünyanın en keyifli duygusu.Ben de şimdi kendi kızımın başka bir şehirde, tek başına kendine yeni bir yön yaratma çabasını zevkle, bazen de içim titriyerak izliyorum:-)
YanıtlaSilBugün gelen bir mailde "Her birimiz, kar taneleri gibi eşsiz ve ayrıyız. Aynı kar tanesi gibi, kendi yolculuğumuz bize şekil vermiş, bize eşsiz bir kimlik vermiş" diyor. Yine de, iyi taraflarımla kötü taraflarımla kızımda kendimden izler görmek hoşuma gidiyor…
YanıtlaSilEn guzeli cocuklarimiz mutlu olunca bizim 100 kat daha mutlu olmamiz...Boyle bir yansima ile cogalan mutlulugumuz cok cok olsun,hep olsun, Zeynocum...
YanıtlaSilÇok hoş bir yazı olmuş.Zeynep hanım yazılarınızı keyifle okuyorum.
YanıtlaSil