21 Haziran 2012 Perşembe

Kavuştum İlham Perimle

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 01:32 | Yorum Yap

10 Ocak 2012 tarihinde ‘Ben Bir Ressamım’ başlıklı yazımı okudum. Beni kıskandım. Ne güzel bir resim çizip kendimi oturtmuşum içine.

Güçlü, umutlu, inançlı, koca dalgalara hazırmışım. Beklemişim dalgayı, meydan okumuşum ona, sanki biraz da küçük görmüşüm. Her meydan okunan gibi o da silkinmiş, hazırlığını hiç gecikmeden yapmış ve gelmiş çarpmış bana. Bir tane yetmez miydi? Kalakalmışım, afallamışım, kapanmışım içime, akmaz olmuş kelimeler, ilham perim kaçıvermiş. Aman da ne nazlıymış ilham perim. Zora gelememiş bırakıp gidivermiş beni. Bekleyip durmuşum onu günlerdir.

Ama bugün birden bir his geldi ve kapıyı çalıverdi, dedi ki “Zeynep, ilham perin seni çok özledi, sen kapıları kapatıp onu dışarıda bıraktığından beri, aç kalıp başka diyarlara gitti. Artık onu beslemelisin.” O cesur hisse bakakaldım, e tabi ya! Ne suçu vardı ki benim perimin.

 Akıl hemen uyandı, bir gerindi, fişek gibi fırladı ve koştu ilham perisine. Anlattı derdini, ne yapsın son zamanlarda onun da yükü ağırdı tabi, ha bire doğruyu yanlışı ayıkladı durdu, “Kusura bakma sevgili peri, senin en sevdiğin şeydi rutinin dışına çıkmak, ansızın karar verilen ufak seyahatler, yeni bir kitap, yeni başlangıçlar, keşifler, daha önce yapılmayanları yapmak, yeşil ve mavi. Biz bunları unuttuk, di mi?” dedi. İlham perisi hafifçe gerdan kırdı, gözlerini süzdü, gelin kız gibi bir iki kırpıştırdı onları ve pembe yanakları gülümsemesiyle aydınlandı.

Ben kapıyı aralayıp, etrafta neler varmış bakalım deyince perim hiç naz etmeden girdi koluma. Köprüden geçerken turkuvazını Boğaziçi’nin, irili ufaklı gemilerin ardından sürüklediği bembeyaz köpüklerin, parlak güneşin tadına vardık ve gittik bir yazarın, Selim İleri’nin söyleşisine katıldık. Birlikte olmayı ne çok özlemişiz. Kavuştuk ya, artık daha sık yazarızJ

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kucaklaşma

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 13:42 | 3 comments

Kocaman iki kol sarar seni, dünyanın yükü sırtındayken kuş olur uçarsın. Nefes almakta güçlük çektiğin bir anda oksijen maskesinin burnuna kapanması gibidir. Kapatır gözlerini, tüm nefes yolunda hissedersin bahar yağmuru sonrası hanımeli tünelinden geçerek girdiğin gül bahçesinin kokusunu.  O taptaze havayı hücrelerinin içine alır, yenilenirsin. Öyledir ki yapbozun parçası gibi oturursun göğsüne, kalp bile atmaz büyü bozulmasın ister, zaman durur, yer çekimi yok olur. Sırtında,kürek kemiklerinde hissettiğin ellerden yayılır sıcacık sevgisi. Güveni hissedersin, kendini hissedersin, yaptıklarını, yapacaklarını hatırlarsın. Dudaklarına yayılan gülümseme asılda özündür senin. Gözlerini açtığında bilirsin ki o hep yanında, sabah, akşam, gece, gündüz. O anne, baba, bazen çocuk, bazen sevgilidir. Seni kucaklayan O'dur.

Hepimize nice böyle kucaklaşmaların farkındalığı dileği ile.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

İyi dostlar biriktirdim..Hepsi ailem oldu.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:44 | 8 comments

Şebnem Ferah’ın şarkısının bu iki satırı bugünlerde ağzımdan düşmüyor çünkü biriktirdiğim iyi dostlarım her an bunu hatırlatıyor, o zaman da ben dünyanın en şanslı insanıyım diyorum.


Şansım Karadeniz Ereğli gibi seçilmiş birçok insanın bulunduğu küçük kasabada başlamış. O zamanlar Ereğli Demir ve Çelik fabrikasının kuruluş yılları, artan nüfusa karşılık yetmeyen sağlık imkanları sebebi ile ailede yüksek otorite, deniz subayı dedem, annemin İstanbul’da doğum yapmasını uygun görür, derken kara ulaşımının pek yeterli olmadığı küçük kasabamda annemin Ereğli’den İstanbul’a doğum için Samsun gemisi ile gitmesi kararlaştırılır. Ekim ayı, dalgalı bir hava, limana yanaşamayan bir gemi ve gemiye binmek üzere sahilde karnı burnunda olanları merakla seyre dalan 19 yaşında küçük kız, annemJ. Uzun süren yanaşma mücadelesinde deniz galip gelir ve annem gemiye küçük bir botla götürülür. Sağı solu ıslandı mı?, içinde bebek çeyizlerini yerleştirdiği çantasını taşıyan biri var mıydı? bu detayları sormak isterdim ama ben, o koca karınla gemiden uzatılan merdivenden nasıl çıktığına takıldım kaldım.

Doğum sonrası Ereğli’ye dönüş ve Enver Usta’nın evinde geçirilen bebeklik yıllarından sonra, Meydanbaşı durağında, Ereğli’nin ilk büyük marketi Erko’nun yanındaki daha konforlu evimiz.. Yaşadığım o zamanları hatırlamasam da, henüz iki gün önce, bu evde komşu oturduğumuz Filiz Teyzem ve Doğan amcamın 50. evlilik yıldönümlerinde yeniden dinlediğimiz onca anı var. İşte biriktirmeye o zamanlardan başlamışım dostlarımı ben..Meydanbaşı durağındaki evden ilk arkadaşım Yeşim, sobalı evden kaloriferli lojmana 3-4 yaşlarında taşındığımda kapı komşum Hande’m, ilkokul üçüncü sınıfta okul müdürümüzün beni çağırıp ‘tut elinden arkadaşının sınıfa götür’ dediği ama hala ellerimizin sıkı sıkı tutuştuğu Arzu’m, düdüklü tencerede kek yapıp ya patlarsa endişesi ile en arka odada saklandığımız Demet’im, sabah uyanıp, yatarken çıkarmak üzere patenlerimizi giydiğimiz ve sokağın sonunda Gima’nın bulunduğu yüzeyi mermer geniş alanda akrobatik hareketlerle yarıştığımız Erten’im.  Basketbol topunun ardından koştuğum takım arkadaşlarım, bu hafta sonu sınıf toplantısında olacak mıyım diye beni ard arda arayan, hepsine sıkı sıkı sarılmak istediğim sınıf arkadaşlarım..Aklıma düştüğü anda beni arayan Cemal’im. Okul yıllarında kafasını patlatmak istediğim ama şimdi yetiş dediğimde yanımda bitecek olan arkadaşım.Sayarsam yazı bitmeyecek.

Güneşin ardından gelen karanlık bulutlar ve etrafın yağmurla, doluyla alt üst olması sonrası içimde bir anda kabaran yalnızlık hissi mi beni eskilere götüren? Bu yalnızlık hissiyle, bir dosta atılan minik mesaj ve gelen cevapla bana hatırlatılan, yüzümün parlamasına içimde çiçek açmasına sebep olan fırtınalı bir Ereğli havası mı?

Ereğli fırtınalı da olsa, karlı da olsa hep mutlu masal diyarı… Ve bu mutlu masal diyarının çocukları, büyüdüklerinde de en az oradaki dostlukları kadar değerli dostluklar kurmaya devam ettiler. Çünkü sevgiyi orada öğrendiler. Akrabalık bağı olmadan aile olabilmeyi, doğallığı, rahat etmeyi ve ettirmeyi, hayata pozitif bakmayı, kendi durumları ile dalga geçebilmeyi, nazikçe vermeyi, nazikçe almayı orada öğrendiler. Hayatta güzelin de çirkinin de olduğunu ama doğru seçimi yapabilmeyi orada öğrendiler.

Biriktirdiğim ve ailem olan eski yeni tüm dostlarıma bin kere teşekkür ediyorum. Bir sürü arkadaşın olur ama birkaç tanesi dostundur diyenlere de selam ediyorum. Benim kadar şanslı değiller anlaşılanJ

28 Nisan 2012 Cumartesi

Darısı Başıma

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 16:06 | 2 comments

Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşinin bana düşündürdükleri


Dönem dönem kendimi rutinin içine sıkışıp kalanlar içinde değerlendiririm. Ama son birkaç aydır değil çünkü geçirdiğim rahat dönemi sanırım oldukça iyi değerlendirdim. Fırsat buldukça farklı yerlere gidip farklı etkinlikler yaptım yeni şeyler öğrendim. Örneğin gezdiğim fotoğraf sergisinde, fotoshop’un sadece vesikalıklarda kırışıklıkları ve sivilceleri yok etmekten ya da ona buna bıyık takıp, tavşan kulağı yapmaktan ibaret olmadığını, bir insanın hayallerini değişik mekanlarda yaptığı çekimleri birleştirmesi ile nasıl anlatabileceğini, nasıl tablo haline getirileceğini gördüm, etkilendim, heyecanlandım ve yine yenilikler için ilham aldım. Müzelere daha sık gider, sergilere ilgi gösterir oldum. Bir ilk yaparak daha önce ne ismini ne de yaptığı işi duymadığım Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşiye katıldım. Salonda birbirini tanıyan, selamlaşan akademisyenler, sanat eleştirmenleri bir de armut gibi ben vardım. Kenarda oturup izledim. Sanata kırk beşine kadar çok da ilgi duymamış, hala top peşinde koşan ben, film, resim, heykel, fotoğraf her ne ise, bir yapıtı izlemeden, görmeden ve fikir yürütmeden önce, eserin sanatçısı hakkında, yaşadığı hayat, dönem, ilişkileri, travmaları ile ilgili bilgi sahibi olmam gerektiğini o zaman zevk alabileceğimi öğrendim. Birkaç yıl evvel Salvador Dali gelmişti Sabancı Müzesine, Arzu ve Neşeyle birlikte kızlarımızı alıp hevesle gezmiştik. Ben çok hoşlanmadım Dali’nin bilinçaltının dışa vurumundanJ.  Beni irite etti, anlamsız buldum o tablolara bakmayı, oysa arkadaşım Oktay en sevdiği ressamlardan olduğunu söylemişti bana da, ‘nesini seviyorsun’ demiştim o zaman. Cevabını hatırlamıyorum.. Oktay’ın değişik bir bakış açısı yakaladığı muhakkak. Eh benim de babam sanat tarihinde akademisyen olsa farklı yorumlar yapabilirdim elbet. Umutsuz değilimJ Pera Müzesi’nde Goya sergisine gideceğim ancak bu sefer öncesinden  Küratörün yorumunu okudum yani Dali’de olduğu gibi hayal kırıklığı yaşamayacağım zira kendisinin de içimi açan resimler yapmadığını anladım. Küratör; ‘Goya hem aklı hem de kalbi ile çalışan bir ressam olduğu için her şeyi apaçık görebiliyor ve saray ressamı olmasına karşılık, savaşı zafer gösterisi olarak değil insanlık dramı olarak gösteriyor’ diyor. Yani aslında görmek istemeyeceğim türden resimler anlaşılan. Bakalım bunları bilmek bende farklı bir bakış açısı yaratacak mı?

Sanat hep benim sevdiğim gibi hayatın güzel yönünü mü yansıtmalı? 


Hayır, hayatın her yönünü yansıtmalı. İçinden gelen mutluluk dışında acıyı, kıskançlığı, şehveti her şeyi, şu yaşadığımız dünyada var olan her duyguyu yansıtmalı. Geçen akşam yaptığımız kızlar toplantısında Yeşim bana sen küçüklüğünden beri her zaman her şeyin iyi tarafından bakarsın, sana herkes iyidir, her olay hayrınadır, affedersin dedi. Evet mizacım buJ ancak bazen dozu kaçırıp devekuşu farkındalığına gelince yaşadığım hayal kırıklığı çok derin oluyor. Ağır bir bombalama da olsa toparlanıp devam ediyorsun ama karşı taarruz devam ediyorsa direnirken zayıflamak mümkün. Belki de hoşlanmadığım o sanat yapıtları bu zayıflık anlarında ortaya çıkanlar. Bu sabah bir arkadaşım sordu; ‘Bu sessizlik yoga  halimi yoksa depresyon mu’ diye. Gülerek ‘depresyona direnç’ dediğimde aldığım cevap ‘aman bırak çarp yere, daha kolay sıçrarsın yukarı’ oldu.

Neyse ki hep yukarda kalabilen ve darısı başına dilekleri gönderen örnek dostlarım varJ Şimdi bildiğim tüm numaraları uygulayıp hayal kırıklıklarından sıyrılma zamanıdır. 

16 Nisan 2012 Pazartesi

Başrol Oyuncusu ve Yönetmen

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 11:50 | 6 comments

Perşembe akşamı havaalanındayım. Etraf bir kalabalık. Amsterdam’dan gelen uçağın tahmini varış saati 00:12 demek ki bir buçuk saat rötar var, demek ki tarih artık 12 Nisan değil 13 Nisan olmuş olacak uçak indiğinde..
Dış hat gelen yolcu tarafında Cafe Nero açılmış, rahat bir koltuk buldum, ağzım kulaklarımda, içim pırpır, kahvem elimde, uzattım ayaklarımı, açtım kitabımı vaktin geçmesini bekliyorum. Gözlerim kitabın satırlarında dolaşırken aklım gerilerde. Geçmişten fotoğraf kareleri dökülüyor sayfalara, dönüp dönüp tekrar okuyorum anlayamadığım cümleleri. Yok yok, mücadele etmek gereksiz bıraktım satır aralarına sıkışan fotoğraf karelerini artık tatlı tatlı akıyor benim başyapıt filmim. Senaristi ben değilim ama yönetmenliğini yapıyorum. Bir anda dudaklarım büzülüp, tek kaşım havaya kalkıyor. Acaba? Sahiden yönetmenlik yapabildim mi hakkıyla? Hiç sanmıyorum oyuncu o kadar güçlü ki, kendi oyununu çıkarmış hep. Filmin yönetmenliğini o yapmış aslında, ben sadece ona 18 yıl boyunca gerektiğinde destek olmuşum. Kendini öyle güzel ifade etmesini bilmiş ki, unuttuğunda ya da yetişemediğinde arkasından boşlukları doldurmak kalmış bana. Gitmek istediği kendi yolunu yürümüş, arkasından iz sürmek, arada kaçak yollara saptığında höt demek kalmış bana. Seçimlerinde özgür olmuş, kendini yönetmen sanan ben karşısına hayır bu olmaz diye dikildiğimde, ya ikna etmeyi bilmiş ya da vardır sebebi diye tecrübeye isteyerek kendi seçimiyle saygı göstermiş. Ağladığında koynuma girip göz yaşlarını dökmüş, uzun sürmemiş hiç göz yaşları çünkü hep mutlu olmak doğası olmuş. Yanlış yapmış ama ders almasını bilmiş, zayıflıklarına boyun eğerken gelecek darbelere karşı da uyanık olmaya çalışmış. Olamadığında onarmasını bilmiş. Güçlü bir oyuncu olmuş. Yönetmenine güç veren bir oyuncu olmuş. Ben kendimi ölünceye kadar yönetmen sanacağım galiba, güçlü baş rol oyuncusuna saygı gösteren bir yönetmen.
Saat 00:30, telefon çalıyor. ‘Annecim, pasaport sırasındayız. Bavulumu alıp hemen geliyorum, sizi öyle özledim ki’. Canım kızım bende seni öyle özledim ki, ‘hemen hemen gidiyorum kapıya’. Gümrüksüz satış mağazalarına uğrar mı uğramaz mı sorusu, bekleme sürem uzadıkça cevap buluyor. Olsun gülümsüyorum yine de, ben olsam bende kendimi kaybederdim, o genç, otur bekle sözde yönetmen..
Sonunda açılan kapıdan, kocaman gülümsemesi, kendine has giyim tarzı ile minik bavulunu arkasından çekerek gelen, 18 yıl bir gün önce doğmuş zarif bir genç kız çıkıyor. Hoş geldin bir tanem. Ben doğum gününde seninle olamadım. Kocaman sarılıyorum,mis gibi kokusunu içime çekiyorum. ‘Doğum günün kutlu olsun güzel kızım’ ‘Anne nasıl eğlendik, 18 yaş doğum günümü daha güzel kutlayamazdım’.  

11 Nisan 2012 Çarşamba

Mea Culpa

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:54 | 6 comments
Hazır otobüslerden laf açılmışken biraz daha otobüs maceralarına devam edeyim dedim. Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki doğru olan şeyler bize anormal geliyor. Genelde bizim otobüs şoförleri binlerce çeşit insanla karşılaşmaktan bir bıkkınlık durumu yaşıyorlar. Düşünsenize yüzlerce insana aynı sorunun cevabını veriyorsunuz. Kocaman yazsa da önde duran tabelada, yine içimizdeki o güvensizlikle şoföre soruyoruz nereden geçtiğini. Böyle bıkkın şoförlere çok abartmazlarsa saygısızlığı, anlayış gösterebiliyorum. Geçenlerde Kadıköy çarşıdan bizim eve yakın geçen bir otobüs yakaladım, aman Allah’ım içinde hiç de bıkkın olmayan bir şoför. Soru soranlara “buyurun efendim, şu duraktan geçer ya da 100 mt ilerisinden geçer” gibi cevaplar verip, duraklarda frene tatlı tatlı zamanında basıyor. Günümüzde belediye çalışanlarında artık normal olan sakalı, ufak tefek yapısı, temiz kıyafetleri ve güler yüzü ile işini seven bir insan olduğu belli. Durağıma yaklaşırken yanına gittim, kendisine herkese davranışı ve nezaketinden dolayı teşekkür ettim ve dayanamayıp diğer hırt şoförlere de bir gönderme yapıverdim. Bana şöyle karşılık verdi. “Efendim, herkes işini iyi yapmak ister ama söyleyene değil söyletene bakınız” dedi.
Söyleyene değil söyletene bakınız. …Duyarak büyüdüğümüz bir söz daha çaktı kafamda. Hatırlıyorum annem bize çok kızdığında, ağzından yılanlar çiyanlar fışkırdığında böyle söylerdi. Daha iyi hatırlıyorum çok yakın bir zamana kadar Nisan’a doğru fışkıran o yılanlar çiyanların ardından ben de aynı şeyi söylerdim. Yani bu aslında, “efendim beni kızdırıyorlar, e tabi bende kızıyorum bağırıyorum çağırıyorum, laflarım çığrından çıkıyor, arada başka şeylerin açısını da çıkartıyorum  ama olanlar benim sorumluluğumda değil çünkü neden? Beni başkası kızırdı” demek oluyor. “Ben kendi aklımın dizginlerini vermişim başkasının eline, o bana istediğini yapıyor” demek oluyor gerçek anlamda. Yani kendi davranışımın sorumluluğunu almıyorum, oysaki bulunduğum durum ne ise sorumluluğu da tamamen bana ait. Onu ben yarattım. Bu öfkeyi ben yarattım. Geçmişten gelen ne biriktiyse o an fışkırttım işte. Stefano E. D’anna-Tanrılar Okulu adlı kitabı okurken üzerinde en çok düşündüğüm konuydu bu. Her durumun sorumlusunun ben olduğum ile ilgili bölüm. Mea Culpa. Ne zaman birilerine kızarsam, üzüntülerimin sorumluluğunu başkasına atmaya kalkarsam aklımdan geçen kelimedir Mea Culpa. Kendimi hizalayıverir işlemeyen çözümleri işler hale getirmeye çalışırım. Bu benim yanlış duyarak büyüdüğüm bir söz..Peki neden böyle bir söz söylenip durur, o zaman başka bir doğru anlamı olmalı.. Söyleyene değil söyletene bak.
Yunusun dediği “bir ben var benden içeri” deki aslında o “ben” olmasın bunu söyleten? Söyleyen ağzın ne kabahati var. Komut veren beynin ne kabahati var. Kirlilikten çalışmaz olmuş akıl süzgeci, temizlemeye çalıştığım geçmişin yükleri  ve dizginlerini kontrol edemediğim zihnim olmasın o “ben”? Özlediğimiz ise o saf "ben", bulan var mı?
Kimseyi suçlamadan, kimseyle uğraşmadan sadece kendimizde olduğumuz günler diliyorumJ

*Mea Culpa:( My Fault, güzel Türkçemde Benim Hatam

8 Nisan 2012 Pazar

Ben seviyorum toplu taşım araçlarını

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 18:51 | 2 comments

Toplu taşım araçlarını arabamız olunca  kullanmayı hemen unutuveriyoruz di mi? Üniversiteyi bitirdiğim sene ehliyet almıştım ve çok uzun bir süre onu sadece kimlik yerine kullandım. Murat’la evlenir evlenmez onun işi gereği hep arabamız olmasına rağmen malum şirket arabası bana sadece hafta sonları yan koltuk düştü. Sanki sitem edermiş gibi söylediğime bakmayın, o yıllarda hiç araban olsun istedin mi? diye sorarsanız hayır hiç istemedim çünkü ihtiyacım olmadı. Ta ki İzmir’de tekrar oturmaya başlayıncaya kadar. O zaman Nisan küçük ve ben Finansbank Gaziemir Şube’de çalışıyorum, evin arkasındaki yoldan gazetemi alıp otobüse biniyor, yarım saat hem seyahat hem kıraat ediyorum ve  bankanın önünde otobüsten iniyorum. Daha ne olsun? Nisan’da artık büyümüş, evin anahtarını vermişiz, kendisi geliyor açıyor kapıyı, hadi açamadı diyelim apartman Murat’ın çocukluğunda oturduğu apartman, karşı komşu çocukluk arkadaşı, üst kat komşunun çocuğu Nisan’nın sınıf arkadaşı, yani her şey rahat ve düzen harika. Arkadaşlarımla görüşmek istediğimde atla vapura git Karşıyaka’ya 10 dakika, yürü istediğin yere git. Hayat böyle rahat ve kolay devam ederken, harika bir İzmir Baharı mevsimi sonrası yaz kendini göstermeye başlayınca bir şey fark ettim ki Cuma akşamı sonrası Nisan ve ben görüşecek kimse, yapacak hiçbir program bulamıyoruz. İzmir ölü şehir oluveriyor. Cuma sabahı ayarladın ayarladın, ayarlayamadın herkes Çeşme’de.. Petrol Ofisi’nin özelleşmesinin ardından cehennemin içine düşen Murat’ı görebilene aşk olsun, hal böyle olunca şikayetler artmaya başlamadan Murat çareyi bize bir araba almakta buldu. İlk arabam da bu sayede oldu. İtiraf etmeliyim ki özgür ruhumu tamamlayan bir araç oldu beyaz minik kuzu Corsam. Cuma akşamından iş çıkışı beni heyecanla bekleyen Nisan’ı kaptığım gibi 1 saatte şıpıdık terlik ve ifil ifil şort ile Pazartesi sabahına kadar tatil yapıyorduk. Toplu taşım araçlarıyla başlamışken birden ilk göz ağrım, binlerce güzel anıyı barındıran tatlı Corsama gelivermişim.:-)

Araba benim için özgürlüktü ama toplutaşım araçlarını kullanmayı bırakmadım ben. Onları kullanmamın, sevmemin  sebebi ise sanırım çoğu insan araçta okuyamaz ama bana Allah vergisi bu rahat rahat okuyabilmem. Özellikle İstanbul’da trafikte zaman çok ziyan oluyor oysaki bana kendime ayırdığım bir zamanmış gibi geliyor otobüsler, vapurlar. Kitap okumasam da insanları izlemek hoşuma gidiyor, her birine bir hikaye yazmak. Dün Fenerbahçe maçı vardı, formalarını giymiş bir sürü genç benimde içinde olduğum metrobüsle gidiyor maça. Tam önümde tıfıl koca burunlu bir laz uşağı ve yanında ona hayran hayran bakan güzel gözlü, tatlı gülüşlü bir kız. Bakışlar o kadar anlamlı, o kadar derin, konuşmalarına gerek yok sanki. Öylece konuşmadan saatlerce birbirlerini seyrettiklerine eminim. Yaşları yirmi cıvarıydı, aşkları devem eder de nihayetinde bir ömür boyu birlikte geçirmeye karar verirler mi, çoluğa çocuğa karışırlar mı bilmiyorum ama benim o an aklımdan yazdığım hikayede karışmadılar… ve yıllar sonra tekrar karşılaştılar.

Belma hastanenin geniş ve aydınlık kafesinde küçük masalardan birinde çayını yudumluyordu. Biraz önce doktorlar babasının ameliyatının başarı ile geçmiş olduğunu ona müjdelediklerinde içi kuş gibi kanatlanmıştı ama bu hafiflik çok da uzun sürmedi. Taburcu olduktan sonra yalnız yaşayan babasının bakımı için kendi evinin düzenlenmesi, kızının burslu olarak kazandığı Bilkent Üniversitesi’ne yerleştirilmesi ve ihmal ettiği işleri yavaş yavaş omuzlarına çökmeye başlamıştı. Bunların üstesinden gelecek kadar güçlü bir kadındı o. Derin bir nefes aldı ve sırtını dikleştirdi. O sırada,
-“Belma”..derinden gelen boğuk sese doğru baktı.
Ali bu..Kaç yıl olmuştu? Hiç bitmeyecekmiş gibi sevdiği adam karşısındaydı. Gözleri sevgi dolu Ali’si. Hiç unutmadığı Ali’si.
-“Ali?” Adını telaffuz eden o sesin neden boğuk çıktığını anladı.
Belma’yı görmemezlikten gelmediği için içinde bir an pişmanlık duyduğunu hissetti Ali. Onu terk edişi..doğruya neden terk edilmişti? Oysaki ne kadar uzun uzun konuşmuşlardı yüreğinde acısını hep hissettiği o ayrılış gününde. Kısa bir an eşi ve çocukları geldi gözünün önüne ve cesaretini toplayıp yeniden baktı ela mı yeşimli asla karar veremediği eski aşkının güzel gözlerine. Karşısında gördüğü yüreğini yaralayan geçmişteki kadın değil, eski bir dosttu.
Diye başlayıp gelişen bir hikayeJ Acaba devam etsem mi? İkisi içinde gerçekleşmesi gereken bir karşılaşma olsa bu, çünkü içlerinde taşıdıkları o burukluğun aslında artık kalmadığını anlasalar ve eski sevgililer dost olup birbirlerine hayat hikayelerini anlatsalar, eski aşklarına dair bir şey konuşmadan , çünkü farkında olmadan yaşanan zorluklara rağmen herkes kendi hayatını çok sevmiş olsa..

İşte otobüslere binmeyi bunun için seviyorum. Sadece başkalarının hikayelerini yazmıyorum kafamda aslında kendime dair ne çok karar veriyorum, doğrularımı yanlışlarımı tartıyor biçiyor ona göre hızalanıyorum.  Aslında kendi hikayemi de yazıyorum sanki, değil mi?

Sayfa Görüntüleme