Ne kadar çok insan tanıdım bu yaşıma
kadar. Az ya da çok yine de onları tanımaya yetecek vakit geçirdiklerimi
düşündüğümde kimse kimseyle benzeşmez. Ben kimseyle benzeşmem. İyi huylular,
kötü huylular ya da iyi huylarımla kötü huylarımla bir eşim daha yok. O
zaman 'anlaşmak' mümkün müdür? Tıpatıp aynı düşüncelere sahip olmak, aynı
şeylerden hoşlanıp, aynı yeteneklere sahip olmak mıdır anlaşmak? Bir arkadaşım
bloğunda fonetik açıdan kelimelerden bahsetmişti, onda yarattığı etkiden.
Aklıma geldi de baksanıza ‘anlaşmak’ kelimesi nasılda akıp gidiyor. Kelimeyi
telaffuz ettiğinizde sanki sırtınızdan bir yük kalkıyor, bir hafiflik sarıyor
sizi, birkaç dakika daha geçirdiğinizde zihninizde bu kelime ile, gülümseme
yayılıyor yüzünüze. Anlamak var kökünde, kim istemez anlaşılmak, niyetinin
doğru sorgulanacağını hatta sorgulanmayacağını bilmek. Onun rahatlığı ile
zırhsız, maskesiz çırılçıplak olmak. Hafiflik buradan gelir, yüksüz olmaktan.
Ama kelime öyle ki tek taraflı anlamak bir işe yaramaz ya da tek taraflı
anlaşılmak. Anlaşmak lazım anlaşmak. Karşılıklı hafiflemek, karşılıklı açık
olmak, karşılıklı niyeti bile sorgulamamak, karşılıklı anlamak. Ha olmuyor mu
bu karşılıklı anlamak, o zamanda çözüm beklentisiz olmak.
19 Temmuz 2012 Perşembe
23 Haziran 2012 Cumartesi
İnanç
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
20:22
|
2
comments
İzmir’de oturduğum yıllarda, çok
sevdiğim ama araya yollar girdiği için ancak telefonla hasret giderebildiğim sevgili
arkadaşımla sohbetimiz sırasında bana “aslında fark ettim ki galiba ben
inancımı yitirdim” demişti. Birkaç gündür bunun üzerinde düşünürken tam
zamanında bir de hikaye dinledim. Kendine sürekli olarak bir bufalo olduğunu
söyleyip duran adam artık buna öyle inanır olmuş ki, dar bir kapıya geldiğinde “ben
buradan geçemem, boynuzlarım sığmaz ki” deyivermiş. Ben inancı nasıl yaratırsam,
hayatta benim önüme beklediklerimi koyuyor hep. İster tesadüf, ister mucize,
ister şans hepsi benim inancımla paralel gidiyor.
Bunları düşünürken aklıma annemin,
çok genç yaşta kaybettiğimiz bir arkadaşı Nuran Teyzem geldi. Nuran Teyze
giyinmeyi, süslenmeyi seven, her zaman kıkır kıkır gülen, konuşkan ama
konuşurken kendini daha da özel kılan, “s”
ve “z” harflerinin yerine değişik bir “ş” sesi çıkaran bir hanımdı. Allah
rahmet eylesin, aklımda hareketliliği, yüksek enerjisi, her daim şıklığı ve
gösterişli takıları kalmıştır.
Ben o zamanlar lise son sınıftayım
ve harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Sene sonu yaklaştıkça
mezuniyet kıyafeti konusu malum ortada dolanıyor ve yoğun hazırlıklar başlıyor.
Annem güzel dikiş diker, doğal olarak kumaşlarım alındı model belirlendi. O
sana yakışır bu yakışmaz tartışmaları vs derken annem elbisemi biçti ama ipek
satenin biçkisini supriz bir şekilde yapamadı. Aman boş ver başka kumaş alırız yeniden
yaparız diyeceğimiz zamanımız yoktu ve arkadaşlarımın elbiseleri hazırlanmıştı
bile. Normalde giyim kuşama düşkünlüğüm yoktu ama annem bize ve dahi
arkadaşlarıma hep güzel şeyler dikerdi. Her neyse, elbisemi annemin
yapamayacağı ortaya çıktıktan sonra tam benim dudağımın bükülmesi ve annemin
suçluluk duygusu ile omuzlarının çökmesinin üzerine Nuran Teyzem ve Hasan Amcam
bize misafirliğe geldi. Evde ki mahsun hava sebebinin sorgusu suali derken
Nuran Teyze el çırpıp “seni İstanbul’a benim terziye götüreceğim” dedi. Hasan
Amca’da “kız ben de sizi arabayla götürüp getireceğim” . O zaman ki afallamayla
karışık sevincimi düşünebiliyor musunuz?
Rahmetli Nuran Teyzemi bu tatlı
anıyla hep güzel ve minnetle andım ama asıl onun büyük mirası başkadır. Biz
İstanbul yolunda giderken bir dua öğretti bana, “ne zaman başın çok sıkışsa bu
duayı oku, bak üniversite sınavına da gireceksin” dedi ve elime yazıp verdi. O
andan sonra bu dua, benim tüm müşküllerimi çözdü gitti. Her zor durumda gözlerimi
kapatıp, çok içten söyledim o kelimeleri çünkü biliyorum içim ferahlar ve düğümler
çözülür. Kaç defa test ettim, kaç defa..
Yapmadığım bir şey var aslında, ben
bu duamı kimseye öğretmedim çünkü uğurunun kaçacağına inandım ama şimdi artık
ben her güzel şeyin paylaşılması gerektiğine inanıyorum. İşte müşkülleri yok
eden duamJ
Sıtkı sadakat,seyyid’ül Ahmet
Yetiş imdadıma ya Muhammed
Sırrımın süphanı Allah, derdimin
dermanı Allah
Müşkülüm çoktur yardımcı ol ya
Allah..
Her şeye rağmen müşkül devam
ediyorsa, eh bu da hayradırJ
Tüm müşküllerinizin yok olması
dileği ile..
21 Haziran 2012 Perşembe
Hindiba gibi..
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
19:17
|
2
comments
Rahmetli dedemle anılarımın içinde Yeşilköy-Sirkeci
hattı tren yolculuklarımız vardır. Kaç yıl oldu treni unuttum. Şimdi Göztepe
tren istasyonundayım. Yıllardır bu sevimli binanın önünden geçer dururum. İçeri
girince merdivenlerle aşağıya istasyona iniyorsunuz. Dışarıda çılgın trafik ve uğultulu
gürültüye rağmen ağır bir sessizlik var trenin beklendiği yerde, uğultu hiç
yok. Sessizliğe uyumlanmış insanlar küçük adımlarla yürüyorlar, topuklardan
bile hiç ses çıkmıyor. Yoksa ses çıkıyor da bu bina, bu tünel, bu raylar, rayların
altındaki çoğu aynı boyda hem beyaz hem de trenin yağları ile karalaşmış taşlar
mı yutuyor sesleri?
Eskilik, yenilik, zenginlik,
fakirlik, temizlik, pislik, yeşillik, karşı yön tarafında kendisine özel yer
ayrılan koca zakkum ağacından yayılan neşeli pembelik,desenli karolar üzerinde çekilen bavulun rahatsız
etmeyen tıkırtısı ve en sonunda trenin yaklaşan traka da traka sesi. Adımımı
atarken içeriye, düşünüyorum, yaşlanınca zor olur bu tren eşiğinden atlamak.
Ray sesleri ile gidiyorum zihnimdeki uzaklara, havalandırmanın tatlı serinliği
ile temiz bakımlı koltuklar üzerinde otururken,
sağa sola salınıyorum. Tren kavalyem olmuş dans ediyoruz da o beni idare
ediyor ben de bedenimi ona uyumluyor gibiyim. Rüzgarda salınan bir hindiba
olduğumu düşünüyorum. Onun ince sapı olmuş benim bel kemiğim, üzerinde kocaman
tüylerle dolu çiçeği ise benim düşüncelerle dolu başım.
İki durak sonra, yeşil ağaçların
arasından denizin mavisi ve adalar giriyor manzaraya, ne çabuk geldim Küçükyalı'ya..
O ses de ne?Acı acı genizden gelen
ses gibi..İki tren selamlaşıyormuş meğer..
İdealtepe’ye gelince fark ettim ki, üfleyince
hindibanın uçup giden tüyleri gibi, kafamdaki düşünceler de, ön tarafta açılan pencereden giren
hızlı esinti ile uçuşup gitmiş, ben sadecik kalmışım.
Kavuştum İlham Perimle
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
01:32
|
Yorum Yap
10 Ocak
2012 tarihinde ‘Ben Bir Ressamım’ başlıklı yazımı okudum. Beni kıskandım. Ne
güzel bir resim çizip kendimi oturtmuşum içine.
Güçlü,
umutlu, inançlı, koca dalgalara hazırmışım. Beklemişim dalgayı, meydan okumuşum
ona, sanki biraz da küçük görmüşüm. Her meydan okunan gibi o da silkinmiş,
hazırlığını hiç gecikmeden yapmış ve gelmiş çarpmış bana. Bir tane yetmez
miydi? Kalakalmışım, afallamışım, kapanmışım içime, akmaz olmuş kelimeler, ilham
perim kaçıvermiş. Aman da ne nazlıymış ilham perim. Zora gelememiş bırakıp
gidivermiş beni. Bekleyip durmuşum onu günlerdir.
Ama bugün
birden bir his geldi ve kapıyı çalıverdi, dedi ki “Zeynep, ilham perin seni çok
özledi, sen kapıları kapatıp onu dışarıda bıraktığından beri, aç kalıp başka
diyarlara gitti. Artık onu beslemelisin.” O cesur hisse bakakaldım, e tabi ya!
Ne suçu vardı ki benim perimin.
Akıl hemen uyandı, bir gerindi, fişek gibi
fırladı ve koştu ilham perisine. Anlattı derdini, ne yapsın son zamanlarda onun
da yükü ağırdı tabi, ha bire doğruyu yanlışı ayıkladı durdu, “Kusura bakma
sevgili peri, senin en sevdiğin şeydi rutinin dışına çıkmak, ansızın karar
verilen ufak seyahatler, yeni bir kitap, yeni başlangıçlar, keşifler, daha önce
yapılmayanları yapmak, yeşil ve mavi. Biz bunları unuttuk, di mi?” dedi. İlham
perisi hafifçe gerdan kırdı, gözlerini süzdü, gelin kız gibi bir iki kırpıştırdı
onları ve pembe yanakları gülümsemesiyle aydınlandı.
Ben kapıyı
aralayıp, etrafta neler varmış bakalım deyince perim hiç naz etmeden girdi
koluma. Köprüden geçerken turkuvazını Boğaziçi’nin, irili ufaklı gemilerin
ardından sürüklediği bembeyaz köpüklerin, parlak güneşin tadına vardık ve gittik bir yazarın, Selim İleri’nin söyleşisine katıldık. Birlikte olmayı ne
çok özlemişiz. Kavuştuk ya, artık daha sık yazarızJ
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Kucaklaşma
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
13:42
|
3
comments
Kocaman iki kol sarar seni, dünyanın
yükü sırtındayken kuş olur uçarsın. Nefes almakta güçlük çektiğin bir anda
oksijen maskesinin burnuna kapanması gibidir. Kapatır gözlerini, tüm nefes yolunda hissedersin bahar
yağmuru sonrası hanımeli tünelinden geçerek girdiğin gül bahçesinin kokusunu. O taptaze havayı hücrelerinin içine alır, yenilenirsin. Öyledir ki yapbozun parçası gibi oturursun göğsüne, kalp bile atmaz büyü bozulmasın ister, zaman durur,
yer çekimi yok olur. Sırtında,kürek kemiklerinde hissettiğin ellerden yayılır sıcacık
sevgisi. Güveni hissedersin, kendini hissedersin, yaptıklarını, yapacaklarını
hatırlarsın. Dudaklarına yayılan gülümseme asılda özündür senin. Gözlerini
açtığında bilirsin ki o hep yanında, sabah, akşam, gece, gündüz. O anne, baba,
bazen çocuk, bazen sevgilidir. Seni kucaklayan O'dur.
Hepimize nice böyle kucaklaşmaların farkındalığı dileği ile.
19 Mayıs 2012 Cumartesi
İyi dostlar biriktirdim..Hepsi ailem oldu.
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
10:44
|
8
comments
Şebnem Ferah’ın şarkısının bu iki satırı bugünlerde ağzımdan düşmüyor çünkü biriktirdiğim iyi dostlarım her an bunu hatırlatıyor, o zaman da ben dünyanın en şanslı insanıyım diyorum.
Şansım Karadeniz
Ereğli gibi seçilmiş birçok insanın bulunduğu küçük kasabada başlamış. O
zamanlar Ereğli Demir ve Çelik fabrikasının kuruluş yılları, artan nüfusa
karşılık yetmeyen sağlık imkanları sebebi ile ailede yüksek otorite, deniz
subayı dedem, annemin İstanbul’da doğum yapmasını uygun görür, derken kara
ulaşımının pek yeterli olmadığı küçük kasabamda annemin Ereğli’den İstanbul’a
doğum için Samsun gemisi ile gitmesi kararlaştırılır. Ekim ayı, dalgalı bir
hava, limana yanaşamayan bir gemi ve gemiye binmek üzere sahilde karnı burnunda
olanları merakla seyre dalan 19 yaşında küçük kız, annemJ. Uzun süren yanaşma mücadelesinde deniz galip
gelir ve annem gemiye küçük bir botla götürülür. Sağı solu ıslandı mı?, içinde
bebek çeyizlerini yerleştirdiği çantasını taşıyan biri var mıydı? bu detayları
sormak isterdim ama ben, o koca karınla gemiden uzatılan
merdivenden nasıl çıktığına takıldım kaldım.
Doğum
sonrası Ereğli’ye dönüş ve Enver Usta’nın evinde geçirilen bebeklik yıllarından
sonra, Meydanbaşı durağında, Ereğli’nin ilk büyük marketi Erko’nun yanındaki daha
konforlu evimiz.. Yaşadığım o zamanları hatırlamasam da, henüz iki gün önce, bu
evde komşu oturduğumuz Filiz Teyzem ve Doğan amcamın 50. evlilik
yıldönümlerinde yeniden dinlediğimiz onca anı var. İşte biriktirmeye o
zamanlardan başlamışım dostlarımı ben..Meydanbaşı durağındaki evden ilk arkadaşım Yeşim,
sobalı evden kaloriferli lojmana 3-4 yaşlarında taşındığımda kapı komşum Hande’m,
ilkokul üçüncü sınıfta okul müdürümüzün beni çağırıp ‘tut elinden arkadaşının sınıfa götür’ dediği ama hala ellerimizin sıkı sıkı tutuştuğu Arzu’m, düdüklü
tencerede kek yapıp ya patlarsa endişesi ile en arka odada saklandığımız Demet’im,
sabah uyanıp, yatarken çıkarmak üzere patenlerimizi giydiğimiz ve sokağın
sonunda Gima’nın bulunduğu yüzeyi mermer geniş alanda akrobatik hareketlerle
yarıştığımız Erten’im. Basketbol topunun
ardından koştuğum takım arkadaşlarım, bu hafta sonu sınıf toplantısında olacak
mıyım diye beni ard arda arayan, hepsine sıkı sıkı sarılmak istediğim sınıf
arkadaşlarım..Aklıma düştüğü anda beni arayan Cemal’im. Okul yıllarında
kafasını patlatmak istediğim ama şimdi yetiş dediğimde yanımda bitecek olan
arkadaşım.Sayarsam yazı bitmeyecek.
Güneşin
ardından gelen karanlık bulutlar ve etrafın yağmurla, doluyla alt üst olması
sonrası içimde bir anda kabaran yalnızlık hissi mi beni eskilere götüren? Bu
yalnızlık hissiyle, bir dosta atılan minik mesaj ve gelen cevapla bana
hatırlatılan, yüzümün parlamasına içimde çiçek açmasına sebep olan fırtınalı
bir Ereğli havası mı?
Ereğli
fırtınalı da olsa, karlı da olsa hep mutlu masal diyarı… Ve bu mutlu masal
diyarının çocukları, büyüdüklerinde de en az oradaki dostlukları kadar değerli
dostluklar kurmaya devam ettiler. Çünkü sevgiyi orada öğrendiler. Akrabalık
bağı olmadan aile olabilmeyi, doğallığı, rahat etmeyi ve
ettirmeyi, hayata pozitif bakmayı, kendi durumları ile dalga geçebilmeyi,
nazikçe vermeyi, nazikçe almayı orada öğrendiler. Hayatta güzelin de çirkinin de
olduğunu ama doğru seçimi yapabilmeyi orada öğrendiler.
Biriktirdiğim
ve ailem olan eski yeni tüm dostlarıma bin kere teşekkür ediyorum. Bir sürü
arkadaşın olur ama birkaç tanesi dostundur diyenlere de selam ediyorum. Benim
kadar şanslı değiller anlaşılanJ
28 Nisan 2012 Cumartesi
Darısı Başıma
Gönderen
zamandegerlidir.blogspot.com
16:06
|
2
comments
Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşinin bana düşündürdükleri
Dönem dönem kendimi rutinin içine sıkışıp kalanlar içinde değerlendiririm. Ama son birkaç aydır değil çünkü geçirdiğim rahat dönemi sanırım oldukça iyi değerlendirdim. Fırsat buldukça farklı yerlere gidip farklı etkinlikler yaptım yeni şeyler öğrendim. Örneğin gezdiğim fotoğraf sergisinde, fotoshop’un sadece vesikalıklarda kırışıklıkları ve sivilceleri yok etmekten ya da ona buna bıyık takıp, tavşan kulağı yapmaktan ibaret olmadığını, bir insanın hayallerini değişik mekanlarda yaptığı çekimleri birleştirmesi ile nasıl anlatabileceğini, nasıl tablo haline getirileceğini gördüm, etkilendim, heyecanlandım ve yine yenilikler için ilham aldım. Müzelere daha sık gider, sergilere ilgi gösterir oldum. Bir ilk yaparak daha önce ne ismini ne de yaptığı işi duymadığım Bosnalı Sejla Kameric’in, "Kırmızısız 1395 Gün" adlı filmini anlattığı İstanbul Modern'de ki bir söyleşiye katıldım. Salonda birbirini tanıyan, selamlaşan akademisyenler, sanat eleştirmenleri bir de armut gibi ben vardım. Kenarda oturup izledim. Sanata kırk beşine kadar çok da ilgi duymamış, hala top peşinde koşan ben, film, resim, heykel, fotoğraf her ne ise, bir yapıtı izlemeden, görmeden ve fikir yürütmeden önce, eserin sanatçısı hakkında, yaşadığı hayat, dönem, ilişkileri, travmaları ile ilgili bilgi sahibi olmam gerektiğini o zaman zevk alabileceğimi öğrendim. Birkaç yıl evvel Salvador Dali gelmişti Sabancı Müzesine, Arzu ve Neşeyle birlikte kızlarımızı alıp hevesle gezmiştik. Ben çok hoşlanmadım Dali’nin bilinçaltının dışa vurumundanJ. Beni irite etti, anlamsız buldum o tablolara bakmayı, oysa arkadaşım Oktay en sevdiği ressamlardan olduğunu söylemişti bana da, ‘nesini seviyorsun’ demiştim o zaman. Cevabını hatırlamıyorum.. Oktay’ın değişik bir bakış açısı yakaladığı muhakkak. Eh benim de babam sanat tarihinde akademisyen olsa farklı yorumlar yapabilirdim elbet. Umutsuz değilimJ Pera Müzesi’nde Goya sergisine gideceğim ancak bu sefer öncesinden Küratörün yorumunu okudum yani Dali’de olduğu gibi hayal kırıklığı yaşamayacağım zira kendisinin de içimi açan resimler yapmadığını anladım. Küratör; ‘Goya hem aklı hem de kalbi ile çalışan bir ressam olduğu için her şeyi apaçık görebiliyor ve saray ressamı olmasına karşılık, savaşı zafer gösterisi olarak değil insanlık dramı olarak gösteriyor’ diyor. Yani aslında görmek istemeyeceğim türden resimler anlaşılan. Bakalım bunları bilmek bende farklı bir bakış açısı yaratacak mı?
Sanat hep benim sevdiğim gibi hayatın güzel yönünü mü yansıtmalı?
Hayır, hayatın her yönünü yansıtmalı. İçinden gelen mutluluk dışında acıyı, kıskançlığı, şehveti her şeyi, şu yaşadığımız dünyada var olan her duyguyu yansıtmalı. Geçen akşam yaptığımız kızlar toplantısında Yeşim bana sen küçüklüğünden beri her zaman her şeyin iyi tarafından bakarsın, sana herkes iyidir, her olay hayrınadır, affedersin dedi. Evet mizacım buJ ancak bazen dozu kaçırıp devekuşu farkındalığına gelince yaşadığım hayal kırıklığı çok derin oluyor. Ağır bir bombalama da olsa toparlanıp devam ediyorsun ama karşı taarruz devam ediyorsa direnirken zayıflamak mümkün. Belki de hoşlanmadığım o sanat yapıtları bu zayıflık anlarında ortaya çıkanlar. Bu sabah bir arkadaşım sordu; ‘Bu sessizlik yoga halimi yoksa depresyon mu’ diye. Gülerek ‘depresyona direnç’ dediğimde aldığım cevap ‘aman bırak çarp yere, daha kolay sıçrarsın yukarı’ oldu.
Neyse ki hep yukarda kalabilen ve darısı başına dilekleri gönderen örnek dostlarım varJ Şimdi bildiğim tüm numaraları uygulayıp hayal kırıklıklarından sıyrılma zamanıdır.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)