24 Eylül 2014 Çarşamba

Mevsimlerin değişimi ve bir meditasyon önerisi

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:55 | 2 comments

Değişim rüzgarları hep var aslında... "Şu günlerdeki değişim rüzgarları" demek günümüz çağına uymuyor çünkü artık her an bunun içindeyiz. Dur yok durak yok. Mutluluk ise değişime sağlanan uyumla daha çok yaşanır oldu. Mevsim geçişleri ise biraz durup soluklanmak, durduğumuz noktayı, üzerimizdeki ağırlıkları fark edip temizlenmek, hafifleşmek için bizlere güzel bir fırsat oluyor. Uyum sağlamak, uyanık olmak ve farkında olmak, anın getirdiklerini gözlemlemek için iyi bir fırsat... İçe dönmek için bir fırsat...

Bazen karışık düşünceler içinde olabiliyorum, düşüncelerimi toparlamakta güçlük çektiğim anlar olabiliyor, bu zamanlarda yönlendirmeli meditasyonlardan yararlanıyorum. Eğer sizde yararlanmak isterseniz aşağıda yazılanları kendinize ayırdığınız bir zamanda okuyarak, aralarda nefesinizi hiç bırakmadan, kelimeleri zihninizde canlandırarak, her canlandırmayı gerçekten deneyimleyerek yavaş yavaş okuyabilirsiniz...

Bunu sadece bir defa değil bir kaç defa okumanızı öneriyorum... Ve yaptığınız sorgulamaları sadece mevsim geçişlerinde değil şu dinamik hayatta her an yapmanızı salık veriyorum...

Hayatı birlikte kucaklamak, birlikte büyümek dileği ile...

Değişimi her an kucaklamak;


Derin bir nefes alıyorum… Bırakıyorum…
Tüm bedenimi bu nefesle yıkıyorum… Rahatlıyorum, bedenimi rahatlatıyorum…
Tüm gerginliklerden kurtuluyorum… Şimdi çok rahatım…
Önümüzdeki dakikalar sadece bana ait… Telaşsız ve sessizlikteyim…
Tüm dikkatimi tabiata yönlendiriyorum…
Gelen mevsime yönlendiriyorum,
Mevsimdeki değişimi, dönüşümü, şu an havadaki tazeliği, canlılığı hissediyorum,
Hafif soğuğu, toprağı ve toprağın sağlamlığını hissediyorum…
Anda değişim var, her şey olması gerektiği gibi… Bir akış var…
Ben bu akışın içinde neredeyim?
Hangi kararlı noktadayım?
Hayatımda neleri değiştirmem gerekiyor?
Ben nelere adapte olmalıyım?
Hayat bir melodi gibi… Melodiyi duymak için sessizlikte kalıyorum…
Şu an kendime izin veriyorum, melodiyi yakalıyorum… Dinliyorum…
Her bir notanın lezzeti… Coşkusu…  Sürprizi… ve armoni…
İnişlerim çıkışlarım… Gelgitlerim... Her şey bana ait...
Benim biricikliğime ait...
Yaşamın akışı ve bütünlük…
Bütünün parçası ben, ne yaşamam gerekiyorsa onu yaşıyorum…
Hayatın ritmini dinliyorum…
Bana ne söylediğini dinliyorum…
Derin sessizlik içinde kalbimin sesi, zihnimin sesi, bedenimin sesi geliyor kulağıma
Yarattıkları melodiyi duyuyorum… Dinliyorum…
Ben bütünün bir parçasıyım…
Şimdi içime dönme, kendimi duyma zamanı…
Şu an hayatımda ne var?
Ben tam olarak ne istiyorum? Neyi bırakmalı, neye teslim olmalıyım?
Kalbim, zihnim huzur içinde… değişimin rüzgarlarını dinliyor, köklerimi daha da sağlamlaştırıyorum…
Kendime daha yaklaşıyor, çok daha fazla uyumu, huzuru, bütünü hissediyorum…


21 Eylül 2014 Pazar

Meditasyon, Kendini Tanıma Yöntemi

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:16 | Yorum Yap

Neden meditasyon sorusuna bir çok kişi farklı cevaplar verir. Yaşadığımız çevre koşulları gereği sürekli uyarıldığımız şu dünyada çoğumuzun arayışı ise huzur. Bilerek bilmeyerek, yöntemli yöntemsiz, namaz kılarak, dua ederek şükrederek, derin nefes alıp vererek, öyle ya da böyle aslında illaki hepimizin hayatının içinde bir yerlerde var bu meditasyon. 

Bankada çalıştığım dönemlerde, akşam eve geldiğimde sadece 10 dakika isterdim ev ahalisinden, iş kıyafetlerimi değiştirip, odama girer ve sessizlik içinde dururdum, kah uzanıp kah oturup. Kendimi ev ortamına uyumlardım. Kızım ise eve gelir gelmez onunla ilgilenmemi ister beni pek yalnız bırakmazdı önceleri. Ama bir iki defa beni kendi halime bırakmayı denedikten sonra odadan çıkan annesinin akşam onun işine daha yarayan, daha eğlenceli, daha neşeli ve enerjik olduğunu görüp beni sonraları rahat bırakır oldu. O zamanlar ben aslında bir tür meditasyon yaptığımı bilmezdim.

Huzuru deneyimleme arzumun oldukça yoğun olduğu günlerdeydim (aslında ne zaman değiliz ki), bir kaç yere gittim meditasyon yapılan, kitaplar okudum ve okuduklarımla uygulamalar yaptım. Hepsinden de bir şeyler öğrendim aslında. Derken sevdiğim, güvendiğim bir arkadaşım bana Raja Yoga dan bahsetti. Ben de açtım telefon, öğrendim kurs günlerini ve başladım bir akşam. Gerçekten kalbime dokunan bir yöntem bulmuştum. Kim olduğuma, ruhumun özüne ve kaynağa odaklandığım, “Zihin huzuru”nu bir yaşam biçimi olarak hedef alan meditasyon yöntemi. Ayrıca son zamanlarda mindfulness meditasyon ile de tanıştım. Anda kalmak anın içinde her ne var ise ona odaklanarak farkındalık yaşamakta hoşuma gidiyor.

Yaşam stres ve gerilimle dolu, yolda, trafikte, işte, ister istemez bir telaş ve yetişme kaygısı. Zaman böyle. Eğer şehir yaşamının içindeysen de bu kaos ortamları pek kaçınılmaz. Çok fazla şey olup bitiyor artık ve olan bitenin ardındaki hakikati görebilmek için çıplak gözlere ihtiyaç var. Çözüm için farklı bakış açısı demiyorum, tamamen olanlardan bağımsız, hislerden duygulardan bağımsız, bağımsız gözlemci olmaktan bahsediyorum. Sessiz kalarak içe dönmeyi “dalgalı, fırtınalı bir denizde derinlere dalma ve derinliğin sakinliğinde kalma” metaforu ile tanımlarlar. Evet, ben denizler dalgalandı mı biraz derinlere dalmayı, orada vakit geçirmeyi seviyorum. Sessiz kalmayı, o günü kendimle geçirmeyi, daha sakin olmayı tercih ediyorum. Deniz her dalgalandığında bunu yapamıyorum tabi uygun ortamı var yok, o zaman da iki dakikalığına olsa bile kendime, ne olduğumla, “öz”de kim olduğumla ilgili hatırlatma yaparak dengede kalmaya çalışıyorum, Ortamdan uzaklaşacak durumum yok ise, iki dakikalık derin nefes egzersizi yapıyorum, hiç mi ayrılamıyor muyum? 10’a kadar saymak bile işe yarıyor. Yeter ki denge noktasını, merkezimizi bilelim.

Dediğim şu ki meditasyonu düzenli yapmak bu kaos ortamlarında güç bulmada yardımcı oluyor. Aradan geçen senelerde kendimde, hayatı karşılayış biçimimde ki değişimi görebiliyorum. Hep böyle miyim ben? Yani sakin, neşeli, huzurlu… Hayır hep böyle değilim. Kendimden utandığım zamanlarım da oluyor. Gözlerimi yumup ağzımı açtığım zamanlarım. O zamanlarda da avantajlıyım eskiye göre çünkü kulaklarım duyuyor ne dediğimi ve içimden “aman Tanrım bunun sonu nereye gidiyor? Ben neler diyorum? İçime kaçan şeytandan bira an önce kurtulmam lazım” farkındalığı yaşıyorum en azından. Yani yol inişli çıkışlı , bu sonsuz yolculukta öğrendiğim huzura ermenin yollarının uygulayıcısı olmaya, değerli hocam Antony Strano’nun dediği gibi fırtınanın gözünde kalabilmeyi başarmaya kararlıyım. Ne demişler öğrendiğini uyguluyorsan biliyor sayılırsın. Haydi bakalım, özgür günlere…

Bu arada Raja yoga ile ilgilenenler için http://www.meditasyonyapalim.com/
Çarşamba akşamları anda kalmayı hedeflediğimiz, günün yorgunluğunu atarak dinginliği deneyimlediğimiz yönlendirmeli meditasyonlar için Nar Kendin Ol Kişisel Gelişim Atölyesi

11 Eylül 2014 Perşembe

Promodoro Tekniği- Gün boyunca odaklı olmak (Çeviri)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:52 | Yorum Yap

Üretkenliğinizin bir günden diğerine değişkenlik gösterdiğini mi düşünüyorsunuz? Bazı günler işleri çabucak hallederken bazı günler çok zaman harcayıp hiçbir şey yapmamışsınız gibi mi geliyor size?

Uzun ve yoğun çalışmanın üretkenliği arttırdığı gibi bir yanlış inanış vardır. 2008 yılında İllinois Universitesi’nin yaptığı bir çalışmada uzun saatler masa başına bağlı kalmanın üretkenliği azalttığı ancak muntazam ve kısa araların ise odaklı ve enerjik olmaya yardımcı olduğu ortaya çıkarılmış.
Dahası birçok çalışma uzun zaman masa başında oturmanın sağlık açısından da sakınalı olduğunu söylemektedir.  Aynı zamanda uzun zaman aralıklarında hareketsiz kalmak obezite, kalp hastalıkları, kanser şeker ve hepsinin ötesinde ölüm riski ile ilişkisi vardır, ancak uzmanlar bu risklerin çeşitli egzersizlerle giderilebileceğini söylemektedirler.

İsveçli spor bilimcisi Dr.Erin Ekblom-Bak 2010 da bir makale yayınlayıp egzersizlerin sağlık için vazgeçilmezi olduğu ancak sürekli olarak masa başında vereceğiniz bu aralıkların sağlık riskini azalttığını göstermiş. 

Makale Promodoro tekniğine dayanıyor. Bu basit yöntem, günlük programınızın içine kısa düzenli aralıkları almanız konusunda sizi cesaretlendiriyor ve üretkenliğinizi arttırıp sağlığınızı koruyor.
Öneri hakkında
Promodoro yöntemi Francesco Cirillo tarafından 1980 de geliştirilmiş. Aynı adlı en çok satan kitabı 2013 düzeltilerek yeniden basılmış.
Promodoro İtalyanca domates demek. İşinizi 25 dakikalık bölümlere ayırmakla başlıyorsunuz. Cirillo üniversite öğrencisiyken zamanını ayarlamak üzere domates şeklinde bir mutfak saatinden yararlanırmış ve yöntem de ismini buradan alıyor.
İlk, bu kadar çok ara verilmesine insiyaki olarak karşı çıkılıyor ama araştırmalar tekrar işe dönücldüğünce bunun odaklanmayı arttırdığını göstermiş.

Promodoro Tekniğinin Kullanımı

Promodoro tekniğini kullanmak üzere aşağıdaki tekniği kullanınız;

Adım 1: Programınızı kontrol edin

Birinci adım programı kontrol etmek. Yapacaklar listesine ya da aksiyon programınıza göz atın ve bugün ne yapmaya ihtiyacınız olduğunu düşünün.
Her bir işin ne kadar zamanınızı alacağını tahmin etmeye çalışın, ya da diğer bir değişle kaç tane Promodori ye (25 dakikaya) ihtiyacınız olduğunu hesaplayınız. Şimdi görevlerinizi zamanlayın ki gün içindeki diğer yükümlülüklerinize de uysun.
Aynı zamanda araları da planlayın: Her bir bölüm tamamlandıktan sonra 5 dakika ara ve büyük görev tamamlanınca 20- 30 dakikalık bir ara ( ya da 4 promodori sonrası)
Not:
Cirillo 25 dakikalık aralıkları öneriyor ancak siz istediğiniz aralıkları deneyimleyebilirsiniz. (Bunu biyolojik döngünüzün-günlük ritim-  size ne dediğini izleyerek dinlenmeden önce 90-120 dakika odaklanabilirsiniz. Dr Ekblom- Bak sağlık açısından kişilerin her 45 dakikada bir ara vermelerini öneriyor.

Adım 2 :Zamanınızı ayarlayın

İşe başlamadan önce ihtiyacınız olan şeyleri hazır ettiğinizden emin olun. Uygun olan zamanı ayarlayın, burada 25 dakika diyelim.
Mutfak saati ( meslektaşlarınızı sesi ile rahatsız etmeyecekse) yada günümüzde akılı telefonlar kullanılabilir.
Başlarken sadece o işle ilgileneceğiniz ile ilgili kendinize söz verin ve odaklanmak için kısıtlı bir zamanınız olduğunu unutmayın. Aralarda ise telefonunuzu acın ve arkadaşlarınızla sohbet edin.
Bunları aklınızda tutarak başlamadan önce bölünmeleri minimuma indirin.
Ofis kapısını kapatın, telefonları e mail uyarıcılarını kapatın ve arkadaşlarınıza bölünmek istemediğinizi söyleyin.

Adım 3: Sadece bu iş üzerinde çalışın sadece o iş.

Çalışma bölümü boyunca tüm dikkatinizi bu işe verin.
Aklınızın diğer yapacaklarınızla ilgili düşüncelerle bölünmesine izin vermeyin.  Bunları daha sonra ilgilenmek üzere bir not kağıdına yazın. Eğer çok gerekli ise programınızın bundan sonraki bölümünü buna göre değiştirebilirsiniz ama şimdilik üzerinde olduğunuz bölüme sadık kalın.
Eğer vaktiniz tahmininizden önce biterse, günlük işler ya da kısa görevler için bu zamanı kullanın. Bu işi yapmak kaç promodoro alıyor onu bir kenara not etmek, daha sonraki planlamalar için iyi olabilir, ya da zaman geçtikçe üretkenlik seviyenizi ölçerken kullanırsınız.

4. Adım: Kısa bir ara verin

Zamanınız dolunca 5 dakikalık ara verin. Akışta bile olsanız bunu yapmalısınız çünkü bu zamanlar sizin dinlenmeniz ve yeniden şarj olmanız içindir.
Bu zaman kaybı gibi gelse de üretkenlik seviyenizi arttırıp enerji depolamanızı sağladığı için çok daha yapıcıdır. Cirillo enerji seviyelerinin zamandan çok daha önemli olduğunu iddia ediyor. Promodoro yaklaşımı enerji sağlayarak çalışmaya dayanıyor böylece düşük konsantrasyondayken zaman ziyanının önüne geçiyor.
Üst seviyede bu aralardan faydalanmanın yolu masanızda ayrılmak. Ortada dolaşmak yürüyüş yapmak ya da minik egzersizler yapmak. Kahve yapıp, su içtiğinizde yandaki odada dağınıklığı topladığınızda bile, bu aktiviteler sizi kaslarınızın hareketsiz durumunda ortaya çıkan sağlık problemlerinden koruyor.
Ara verdiğinizde devam etmeniz gerekliliğini düşünmeyin. Bu ara sizin beyninizin öğrendiklerini sindirme zamanıdır. Düşünce gerektiren çok fazla şey yapmayın.
Ayrıca verdiğiniz arada sosyal medyayı yakalamak, e maillere bakmak ya da web de gezinmek dürtünüze karşı koyun. ABD de yetişkinlerin %70 inin elektronik aletlere çok fazla bakmaktan ötürü zorlandığı tespit edilmiş. Masanızı toplamak yerine, meditasyon yapın, bazı kağıtları yırtın ya da başka bir takım arkadaşınızla sohbet edin. Evden çalışıyorsanız çamaşır makinenize biraz çamaşır atabilirsiniz.

Adım 5:Göreve devam edin ve daha uzun ara yapın

Ara bitince yeniden saatinizi kurun ve işe devam edin. Promodoribitince 20-3- dakikalık aranızı alın. Yürüyüşe çıkın, sağlıklı yiyecekler bir şeyler atıştırın, öğlen yemeği yiyin ya da kitap okuyun… Sizi masanızda uzaklaştıracak ve zihninizi temizleyecek herhangi bir şey…
Unutmayın burada önemli olan enerji ikmali. Sadece yöntem bunu söylüyor diye 4 promodori sonuna kadar beklemek zorunda değilsiniz, kurallar o kadar taş gibi katı değil.
Bedeninizi dinlemek önemlidir. Eğer zihniniz gezinmeye başlar ya da siz yorgun hissederseniz, bölümün sonuna kadar kendinizi zorlamayın. Unutmayım beden ritminiz doğal olarak 90-120 dakikalık döngüleri takip eder. Sizin göreve başladığınızda beden ritminizin hangi evrede olduğunu bilmek zordur.
Belki de üç promodori sonrası 20 dakika ara ya da beş bölüm sonra 30 dakika ara şeklinde deneyimlemek de isteyebilirsiniz. Sabahları daha uzun konsantre olabilir, öğleden sonra daha sık aralara ihtiyaç duyabilirsiniz. İdeal şablonu bulduktan sonra gün içinde başardıklarınıza bayılacaksınız.

Promodoro Tekniğinin artıları ve eksileri 

Zamanınızı idare etmek için bu Promodoro tekniğin birçok faydası var.
Zamanı bölmek onu daha efektif kullanmaya yarıyor ve ayrıca büyük projelerde bunalmayı önlüyor.
Bölünmeleri minimuma getiriyor, dikkatinizi dağıtacak ve üretkenliğinizi etkileyecek çok görevli çalışma ve ertelemeyi çalışacağınız limitli zamanınız olduğu için azaltıyor. Araştırma, sürekli kısa aralıkların verimlilik seviyenizi arttıran sağlığınıza iyi geldiği, konsantrasyonunuzu geliştirdiğini onaylıyor. Cirillo yöntemin dikkat eksikliği olan kişilere çok daha uygun olduğunu söylüyor.
Kısa aralıklar zihne aldığı bilginin sindirilmesinde yardımcı oluyor, ayrıca birçok fikrin bir araya gelerek “ayma zamanlarına” fırsat tanıyor. Ayrıca kendinizi öğleden sonraları daha az yorgun hissediyorsunuz.
Bir diğer konu da bu yöntem herkese uymayabilir. Bazıları bu kısa zaman aralıklarını ilhamın akışını önlediği için rahatsız edici bulabilir. Ayrıca bu yöntem müşteriler ve diğer çalışanlar tarafından sıkça bölünen iş ortamları için uygun olmayabilir.
Sonuç olarak, promodoro tekniği basit ve uygulaması kolaydır. Zaman tutmaya ve “olabilir” tavrına ihtiyaç vardır. Sağlığınızı ve üretkenliğinizi arttıracaktır. Deneyin ve sizin için işe yarayıp yaramadığını görün.

Not: Mind Tools makalelerinden tercüme edilmiştir.( hiç ara vermemenin utancı ile)

4 Eylül 2014 Perşembe

Tanrı’ya derin iman besleyen bir adamın hikayesi vardır,onu size bir kez daha hatırlatmak istiyorum aslında.

Bu imanlı adam, kaotik yaşamın kendiliğinden yoluna gireceği çünkü Tanrı’nın her zaman onu gözettiğini söylermiş. Bir gün, adamın yaşadığı kasabada şiddetli bir fırtına beraberinde selleri de getirmiş. Kasabalılar eşyalarını toplayıp kaçarken, bizim ki Tanrı’nın onu koruyacağına inanarak yerinden kıpırdamamış. Evinin önüne kadar gelen sular sebebi ile gelen itfaiye aracına “Hayır” demiş, “Tanrı beni koruyacaktır”. Çok geçmeden bel hizasına gelmiş sular ve adamı gören sahil güvenlik “yüzerek dışarı çık ve tekneye gel” diye bağırmış. “yok” demiş bizimki, “Tanrı beni koruyacaktır”. Ancak sular öyle yükselmiş ki, evin içine doluvermiş.  Damda dua eden adamı bu kez kurtarma helikopteri görmüş ve sallamış merdiveni aşağıya “Hey, seni kurtaracağız, haydi merdivene tutun”. Adam inancını tekrarlayarak “Tanrı beni koruyacaktır” demiş. E tabi ki adam en sonunda boğulmuş ve cennetin kapısında Tanrıya sitem ederek, “Sana ihtiyaç duyduğum anda neredeydin?” diye hesap sormuş. Ve Tanrı “Ne demek istiyorsun? Sana gönderdiklerime bir baksana, hepsini reddettin” demiş.

Ben Tanrı’nın koruması altında olduğumuza yürekten inanıyorum. Gücümü aldığım inançtır bu. Ama bazen yaşadığımız şu tempo içinde, kurtarma helikopterlerinden sarkıtılmış o merdivenler gibi hayatın bize sunduğu çözümleri göremeyebiliyoruz. Bazen, görsek bile mutsuzluğumuza sebep olan davranışları bırakmaya çoğu kez gönüllü olamıyoruz. Evet, vazgeçilemeyen alışkanlıklar var, belki bilinmeyenin yarattığı korku, belki kişisel eylem planının olmaması buna sebep… Zihnimizde oluşan inançlarla yaşarken, aslında arzularımız tarafından taciz ediliyoruz.

Bizler hayatlarımızı değiştirecek güce sahibiz ve bunu çoğu kez de gerçekleştirdik. Sımsıkı ve cesaretle yapıştık o sarkan ipten merdivenlere. Farkında olarak ya da olmayarak… Çok uzun zamanda ya da gösterdiğimiz gayrete bağlı olarak...

Arkadaşım,” Yaşam koçu ne yapar Zeynep” diye sorduğunda o gün rastladığım bu öykü ile anlatmak istedim… Ve içimdeki ses sizlerle de bunu paylaşmamı söyledi.

Kişiler bu kaotik yaşamda, hayallerine yeniden sahip çıkmak istediğinde, değişime karar verdiğinde ya da “arzuları onları taciz ettiğinde” biricikliğini bulma yolunda koçlar onlarla birlikte yürümek için” var. Sana, o kurtarma helikopterlerinden sallanan merdivenleri “fark etmen” için sorular sormak üzere eğitilirler…  Her zaman bir çözüm olduğuna inanarak... Tüm soruların cevaplarının “içindeki bilge” de saklı olduğunu bilerek.

Kendini sorgulamak, onunla buluşmak,keşfetmek, hayata anlam katmak, değişik bakış açıları yaratmak ve yaşamda üzerini örttüğün her ne varsa seni kısıtlayan, yüzleşip ortaya çıkarmak üzere hazırsanız, ben de hazırım J


Sevgiyle kalın,

Zeynep Berkol

22 Mayıs 2014 Perşembe

Gönlü Ferah Yaşamak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:05 | Yorum Yap

Hepimizin bildiği şu kırmızı karanfil hikayesi geldi aklıma bu sabah.
Hani asker kütüphaneden bir kitap alır ve o kitabı daha önce okuyan kişinin sayfaların yanına almış olduğu notlardan çok etkilenir. Kütüphaneden o kişinin adresini bulur ve cephede olduğu günler boyunca onunla mektuplaşır. Dönüşüne yakın asker kıza bir fotoğrafını gönderir ve onu karşılamasını ister, onu tanımak için kendisinden de bir fotoğrafını talep eder. Kız “görünümün ne önemi var, önemli olan kalpler değil mi” diye askerin isteğini gerçekleştirmez ancak yakasında tanınmak için kırmızı bir karanfil bulunduracağını söyler. En sonunda tren istasyona varır ve adam arayan gözlerle etrafa bakarken kendisine gülümseyerek yaklaşan muhteşem zarif bir kadın görür, ona doğru ilerlerken yakasında çiçek olmadığını fark eder ve aynı anda arka tarafta yakasında bir çiçekle duran kısa boylu, tombul, pardösünün altından görünen kalın bilekleriyle duran bir kadın görür. Bu arada gülerek yaklaşan o zarif kadın askere tanışma teklif eder. Asker bir an uzun boylu zarif kadın ve arkada duran, kalbine ve kelimelerine aşık olduğu diğer kadın arasında kısa bir duraksama geçirir. Her şeye rağmen kafasını toparlar ve emin adımlarla karanfilli kadına doğru ilerler. Merhaba diyerek ona ismiyle hitap eder. Fakat şişman kadın isminin bu olmadığını bu ismin biraz evvel yanından geçip giden o güzel kadına ait olduğunu ve karanfili takmasını onun istediğini, eğer kendisine bu isimle hitap eden birisi olursa istasyon dışındaki kafeye gelmesini istediğini söyler. Ayrıca bunu neden yapıyorum diye sorduğunda genç kadının ona “bu bir sınav” dediğini söyler.

Aslında bu görünüşe, cazibeye aldanan bir çok erkeğin sınıfta kalacağı türden bir hikaye. Aslında bu kadınların muhteşem aklının kanıtlandığı bir hikaye. Aslında bu kadınların nasıl güven sorunu olduğu ile ilgili de bir hikaye. Beni gerçekten seviyor mu? Hayatımızdaki erkekleri bu kadar bariz testlere tabi tutalım ya da tutmayalım, farkında olarak ya da olmayarak, kadın ya da erkek hepimiz sınavlardan geçiriyoruz. Sadece sevgili, karı koca ilişkilerinde de değil üstelik bu testler, her yerde, tüm ilişkilerde. Bana göre doğru olan, sevgiliye gelen ve güzelliğinden emin olan o kadının kendi yakasında karanfille askerin karşısına çıkması, hayatta ki kendi testini karşılaması. “Ben askerin yerinde olsam dışarıdaki kafeye uğramazdım bile” diyesim var, kendi değerlerime baktığımda bu kesinlikle doğru. Durup düşündüğümde ise değerlerim bazen uymuyor bana, ilişkilerimde istemesem de testler var benim. Yukarıda geçen hikayede olduğu kadar manipülasyon yapmasam da, güven testlerini bu kadar bariz uygulamazsam da kendime göre ilişki testlerim var. Oysa ne güzel oluyor ilişkiyi test etmeden yaşadığımda, “kendimden emin” yaşadığımda. Hislerimi dobra dobra paylaştığımda. Kızgın mısın diye sorulduğunda, hayır değilim diye kızgın kızgın cevap vermektense evet kızgınım ve şu sebeple, şunları hissettiğim için kızgınım demek ne rahatlatıcı. Kendi bakış açını ifade edebildiğin için rahatlatıcı, başkalarının bakış açısını da görme şansın olduğu için rahatlatıcı. İlişkide taşın altına elimi soktuğumda ve açık olduğumda sorumluluğu yerine getirmiş hissederim kendimi. Bunun özgürlüğünü yaşarım. Gönlü ferah yaşamak, orada bir şey tutmadan yaşamak, yük taşımadan yaşamak bu. Gönlüm ferah olacak diye kalp kırmaktan bahsetmiyorum elbette, bir yumuşaklıktan, bir zarafetten bahsediyorum, açıklıktan, kendine güvenden, değerlerin hakkını vermekten bahsediyorum.

Gönüllerin ferah olduğu günler dilerim.… 

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Tabi ki "her anne" yürekten teşekkürü hak eder.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:50 | 1 Yorum
Facebook ta görüyorum, "anneler günü" ile ilgili mesajlar, fotolar, videolar, şiirler gelmeye başladı. Hem canım annemin yanımda olması hem de bir anne olarak bu güzel bir gün. Nedense bir garip hissediyorum.

Ben elli yaşındayım ve artık arkadaşlarımın içinde, yakınlarımın içinde annelerini kaybeden buruk yürekler de var, anneye duyulan hasretten bahsediyor ve fotoğraflar paylaşıyorlar. Bir gün “benim en büyük zenginliğim arkamdan dua eden bir annem olması” yazılı pankart taşıyan bir kızın resmini paylaşmıştım ve tatlı arkadaşlarımdan birisi “ben fakirim ne yazık ki” diye yorum yazmıştı. O yorumu gördüğüm an başımdan kaynar sular indi. O günden beri elim varmadı daha anne desteği temalı yazıları paylaşmaya. Arkadaşımın burukluğunu, hasretini, bahsetmese de yalnızlığını içimde hissettim. Kaybettiğimiz tüm annelerimize Allah’tan rahmet diliyorum nur içinde yatsınlar.

Annem, anneannemi kaybettiğimizde “işte şimdi büyüdüm” demişti bana. Kendime bakıyorum da evet 50 yaşında hala bir çocuğum. Sırtımı hala anneme yaslayabilmenin rahatlığı içindeyim. Aç mıyım, tok muyum, param var mı, çantam ağır mı, yüzüm mü asık, doktora benimle gelsin mi, pazara gidiyor bir şey ister miyim, sevdiğim yemekten yapmış uğrayıp alayım mı, o mu bıraksın? Ben hiç büyümek istemiyorum.  Ne keyifli böylesi ya. Kime ne olacağı Allah’ın bileceği iş tabi ki ama eninde sonunda bir gün büyüyeceğimi biliyorum. Yaşayacağım ne kadar gün varsa "Anneler Günü" gibi yaşamak istiyorum. Yaptığım her bilmişlik için, gösteremediğim sabır için, kucaklayamadığım her gün için, ayıramadığım zaman için özür diliyorum. Aktardığı değerler, her an hissettirdiği sevgisi, içindeki çocuk neşesi, çocuklarım derken yüreğinin titreyişi, doğallığı, yüreğindeki dilinde hali için dünyanın en şanslı çocuğu hissediyor ve teşekkür ediyorum. Tabi ki "her anne" yürekten teşekkürü hak ediyor.

1 Mart 2014 Cumartesi

Bile Bile Lades

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:58 | Yorum Yap
Özen göstersen de, gayret etsen de
İstediğin gibi yolunda gitmez herşey 
Ektiğin tohum güzel meyve de verse
Dışı senin yangının içi benim yüreğimin

Bilirsin nasıl söner de o ateş, işine gelmez,
Kalbinin acısı biçtiğin ceza olur kendine 
Olanı değiştirmek ne mümkün
Akan gözyaşların mı yoksa zaman mı çare

10 Şubat 2014 Pazartesi

Bulutların İlhamı

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:01 | Yorum Yap
İçimde yaşadıklarım bazen
Yaşamak istediklerim değil,
Benim doğrularım bazen
Senin doğruların değil.

Buluştuğumuz yer var
Kimse bilmez nerededir,
Ya sen beklersin ya da ben
Orası sonunda hep vardığımız yerdir.

Sessiz kalınca duyuyorum
Aydınlanınca görüyorum
Her döndüğümde gerçeğe
Seni hep kalbimde buluyorum

3 Şubat 2014 Pazartesi

Var Bu Diyarbakır'la Bir Karmam.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 09:26 | 2 comments
Var bu Diyarbakır’la bir karmam. Bana öyle iyi baktılar öyle şımarttılar, öyle pohpohladılar ki sandım THY de bana aynı ilgi alakayı gösterir de, beni bekler. Ama beklemediJ  Hayatımda ilk defa uçak kaçırdım. Hap kadar hava alanı nasıl olsa yetişirim deyip güvenlik çıkışında ki tatlıcıyla sohbet ederken, anons yapmışlar, duymadım vallahi. Diyarbakır bırakmak istemedi beni herhalde, aslında ben de onu. Bir an panik olmadım değil.  “Kapılar kapandı bayan konuşun görevlilerle isterseniz” deyince polisler, el bagajımı savurttum onlara doğru, zaten üç adım atınca güvenlik girişinden kontuara varıyorsun, ben iki adımdaJ. Biraz yalvarmaca,”olur olur bi söyleyin diyorum” bana hareket eden uçağı işaret ediyorlar. Gözlerime inanamadım, vallahi uçak perondan ayrılıyor. Yapacak bir şey yok! attım panik halini üzerimden de kafam çalıştı yeni bir bilet aldım:-)  Bu sefer Atatürk’e inecek. Daha gezip göremediğim yerler vardı aslında, olmadı döner onları da bir turlardım.
Sadece gece dolaşabildiğim bu şehri gündüz gözüyle de görmek için geçen Pazar sabahı erken uçakla gelmiştim.  Otele yerleşir yerleşmez hemen çıktım dışarıya. Surların yanından gidersem kaybolmam nasıl olsa, onları takip eder yine geri gelirim dedim. Şehri çevreleyen surlarda 7 adet kapı var, surların genişliğini bu kapıların altından geçerken anlıyorsunuz. Gördüğüm bir tabela vardı, Meryem Ana Süryani Kilisesi diye. Oraya gitmeye karar vermiştim. Sora sora Bağdat bulunurmuş sordum temiz yüzlü bir çocuğa. Adı Mahzun. Ben seni oraya götüreyim, o tarafa gidiyorum dedi. Sohbet ettik giderken. Kahve de çalışıyormuş. “Neden mahzun senin adın, mahzun musun ki sen” diye sorduğumda mahcup mahcup “mahzunum abla” dedi. Öyle merak ettim ki kırmızı yanaklı, beyaz tenli pek de konuşkan olmayan bu çocuğun hikayesini. Daha fazla soru sorarsam sanki hoşuna gitmez gibi geldi, bende merakımı kenara koydum. Daldığımız dar, yukarıdan geçen çamaşır ipleri ile elektrik tellerinin birbirine karıştığı, kapıları düzgün kapanmayan evlerle dolu, tek tük insanların geçtiği sokakları dönüş için ezberlemeye koyuldum. Kilisenin kapısına kadar bıraktı beni, iyi dileklerimizi sunduk birbirimize. Allah yolunu açık etsin.
Kilise 3. yy dan kalmaymış. Taşların grisi ve mihrabın koyu ahşap renginin birbirine uyumu harika. Işıklandırma gizemi daha da arttırıyor. Bahçesinde dolandım, her zaman yaptığım gibi o zamanlarda hissettim kendimi. Her tarihi mekanı dolaşırken yaptığım gibi o zamanda ve giysilerimle, kalabalıkların içinde hayal ettim kendimi. Aslında böyle yerlerde o tarihi dokuyu bozacak hiçbir şey olmamalı. Ne bir plastik sandalye ne de bir kül tablası. Filmlerde olur ya, tam hayallere dalarsın, zızızuuzzt dikkatini bir şey dağıtır ve gerçeklere dönersin aniden. Hah aynen öyle oldum beyaz plastik sandalyeleri görünce bahçede.
İçeri girdiğimde oradaki görevli ve iki Müslüman genç, “siz – biz” diye inançlarını tartışıyorlardı. Görevli kendi inancını anlatmaya çalışıyor, gençler ”haşa” diyor her cümlede. En sonunda kızdı siyah cüppeli görevli “ e sen ne haşa diyorsun, hakaret ediyorsun?” Kulaklarımı tıkadım tartışmaya belli ki devam edecekler. Mumların yakıldığı küçük bölümü gördüm, bi sevindim, bayılırım mum yakıp dua etmeye. Evet, Müslümanlıkta böyle bir şey yok ama kilisede mum yakmanın anlamını öğrendiğimde sadece eğlenmek ve dilek dilemenin dışına çıktı benim için. Bunun ne olduğunu Büyük Ada’da, Aya Yorgi kilisesinde, öğrenmiştim. Bir gidişimde sordum ne anlamı var mum yakmanın diye din görevlisine. Dilimizi tek tük kelimelerle konuşuyordu ve bana anlatamadı. , ama beklememi rica etti, bir yerlere telefonla aradı ve illaki sorumun cevabını alayım istedi. Telefondaki kişi, ki konuşmasından o da yabancıydı anladım, bozuk Türkçesiyle bunun aynen bizim kurban geleneğimiz gibi olduğunu söyledi. Kurban edilen kötülükler ve içlerinde onları kendilerinden uzaklaştıran duygular. O güne kadar eğlence ve dilek dilemek olan bu heves artık bir törene dönüştü benim için. Burada da yakarken mumumu duvarda asılmış olan duayı gördüm.

“Yarab yaktığım şu mum vasıtasıyla içimdeki her türlü bencilliği ve kıskançlığı yakarak kül et. İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır ve yüreğimi ışığınla aydınlat. Ya rab kilisede uzun süre kalmayacağım, içimden sana bu mumu sunmak istedim. Bir parçam olarak yanık durumda bırakıyorum. Bir gün boyunca duamın sürmesine yardımcı ol. Amin.”
Duada bir gün boyunca diyor, sanırım her gün Tanrıyı hatırlamak gerekliliğini söylüyor aslında.
Beni tören bitti ama kilise görevlisi ve iki gencin hararetli konuşması bitmedi. Biraz içerde oturmak dua etmek, meditasyon yapmak istedim. Tartışma akşama kadar sürerdi eğer araya girip dua etmek istediğimi söyleyip, sessiz olmalarını rica etmeseydim. “Sessiz olsak ta herkes kalbinin sesini duysa” dediğimde içimde hafif bir çekingenlik, tedirginlik duydum. Kimse itiraz etmedi, derin bir sessizlik içine gömüldük. Hep birlikte. Sizin bizin yok olduğunu, herkesin bir olduğunu hissettim. Sevdim orada olmayı çok. Sessizce ayrılırken, görevliyi selamladım, teşekkür ettim. “Özür dileriz” dedi.
Geri dönüşte sokaklarda kaybolma endişesini, her zaman yaptığım gibi, “sora sora Bağdat bulunur” sloganı ile attım içimden.
Otele döndüğümde, her günümde paçamdan asla eksik olmayan çamuru temizledim…

İyi ki kaçırdım uçağı, oturup bu yazıyı yazmak nasip oldu..

15 Ocak 2014 Çarşamba

Koca Surların Sardığı Şehirde Diyarbakır'dayım

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 21:58 | 1 Yorum

Geçen akşam geldim Diyarbakır’a. Gece gece meraklı gözlerle bakındım daha önce hiç gelmediğim bu şehre. Ne kadar çok bitmiş inşaat, site var. Kurtköy gibi burası, her yer de koca koca apartmanlar. Yeni yerleşim yeriymiş, yarısı dolu yarısı boş, kim oturacak buralarda. Var mı o kadar nüfus? 1 milyon nüfuslu kentte bu sayıdan daha fazla apartman dairesi var sanki.

Sabah otelden alındığımda gördüm kenti saran surları, zamanında akşam saatlerinde kapatılan ve kimsenin gün batımından sonra girmesine izin verilmeyen bu eski şehrin surlarının kapılarını.. Anadolu’yu çok seviyorum, doğanın dokusunu, tarihin gizemini, en çokta saygısını, utangaçlığını, çakır gözlerini, sahiplenmesini seviyorum insanının.
Bütün günüm eğitimde geçiyor ama akşamları benim.
İlk gün meraklı sorularıma sıkılmadan cevap veren, beni otele bırakan arkadaşım “işte Dağkapı Meydanı dedi, insanlar burada kendilerini ifade ediyorlar”. “Edebiliyorlar” mı diye iki kaşım havada sordum. “evet” dedi “beş dakika kadar olabiliyor”. Gülüştük, beş dakika sonra neler olduğunu konuşmadık.


Bu gün akan bir gün oldu, doğal olarak gün akınca kendimi daha enerjik ve hafif hissediyorum, kim hissetmez ki. Akşam dışarı çıkacak zindeliği hissettim. Çıktım, o meydana gittim.. Yeni yılın süslemeleri hala var, ışıl ışıl her yer, tam telaş saati ya da etrafta yanıp sönen sarı kırmızı yeşilin bol olduğu tabelalardan ben öyle zannediyorum. Paça-Ciğer-Lahmacun aynı tabelada fıldır fıldır dans ediyor. Meydandaki fırında, camekanın ardında yığılmış simitlere kayıyor gözüm, iyice bakıyorum etrafa, geldiğim yolu sıkı sıkı tutuyorum aklımda. Gece bile olsa duruşundan renklerinden mimarisinden Nebi Caminin eski dokusunu fark ediyorum. Sağımda surların ihtişamı heyecanlandırıyor beni. Şehri dinlemek istiyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Trafik sesi yoğun, bolca korna var ama duymak istediğim bu değil, farklı sesleri duymak istiyorum ben. Sağımdan solumdan geçenlerin çoğu bildiğim dili konuşmuyor, ayaklarımın dibinde bir dilencinin ve avucuna atılan bozuk paraların şıkır sesi, ardından gelen dualar var. Meydanda ciğercinin avaz avaz davetini duyarken, ayağıma çarpan şeyden ödüm kopuyor, gözlerimi açtığımda benden daha korkmuş olan küçük bir çocuğun özür dileyen yüzüyle karşılaşıyorum. Diyarbakır’ın simidinin tadına bakıyorum tabi ki, pastane simidi ve İstanbul'un sokak simidinin karışımı ağzımdaki tat. Otele dönerken köşeden mandalina alıyorum. Tadına bakmadım ama büyük ihtimal ile don yemiş, susuz çıkacak. Tablada en güzel mandalinalar en üstte, parlak parlak, torbayı kapıyorum gencin elinden “seçebilir miyim?” diye soruyorum, doğal olarak “tabi abla” diyor ama üst taraftan almama izin yok, dizilmemiş az gösterişlilerden alabileceğimi söylüyor. Normalde “tamam o zaman” der bırakırım torbayı, bu sefer pek uyumluyum:-) Telefonum yanımda olsaydı gece bu meydanın fotoğrafını kendim çekerdim ama sanki benim gözlerimden, benim için çekilmiş gibi bir tanesini buldum. Kiminse teşekkür ediyorum


Yeni yerler keşfetmek ve yeni insanlarla tanışmak, onlara dokunmak en çok ta kalplerine dokunmak hoşuma gidiyor. Büyüyorum, öğreniyorum, besleniyorum.


Yarın sabah daha erken kalkıp, şehrin ortasındaki bu meydanı gündüz gözüyle dinleyeceğim.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Duyguları Yaşamak - Duygunun İçinde Kalmak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:42 | Yorum Yap
Algıda seçicilik olsa gerek, duyguların üzerinde düşünmeye başladığımdan beri karşıma bu konuda daha da düşünmemi sağlayan öyle çok şey çıktı ki.
Koçluk eğitimlerim sırasında, bu hafta sonu gittiğim yoga retreatinde, açılan arkadaşlık sohbetlerimizde, bir çok yerde...
Bildiğiniz üzere sıkı Pollyanna savunucusu olarak çoğu zaman pozitife odaklananlardanım. Hayatı yaşarken, beni aşağı doğru sarmalın içine alacak duygular yerine daha çok güçlü tutacak duyguları seçmeye çalışırım ben. (Bu aşağı doğru sarmal lafı da Benjamin Zender’in Yaşam Sanatında Ustalaşmak kitabından, öyle çarpıcı bir tarif geldi ki bana, kullanır oldum ) Okuduğum bir makalede “Hep pozitif olmak, iyi düşünmek insan doğasına aykırı değil mi?” diye sorulmuş. Bence soru doğru sorulmamış çünkü insan doğası, aslı, özü tamamen pozitiftedir. Onu bu durumdan alıkoyan ise şartlardır. Bu soruda bebekler ve onların doğası aklıma geldi. Sonra büyürken ebeveynlerden öğrenilenler, okul çağına geldiğimizde öğretmenler, arkadaşlar ve tabi ki toplum, kültür… Bizi lahana gibi sarıp sarmalayan ve bizi aslında doğal halimizden uzaklaştıran öğrenilmişlerimiz. Kısaca kendimizi korumak için oluşturduğumuz kabuğumuz. Ha kabuklu olma durumumuz eğer konuşuluyor ise işte o zaman bu “normal” halimiz diyebiliriz ama doğal halimiz değil. Zaten tüm sorun bu normal hal ile doğal hal arasındaki gitmeler gelmelerden ortaya çıkıyor. Her ikisinin çatışmasından. Bedenimiz de doğal halimize göre yaratılmamış mı?. Neden pozitif duygular bağışıklık sistemini arttırıyor, negatif duygular sinir sistemini kaosa sürüklüyor ve beynin doğru karar alma becerisi azalıyor? Çünkü doğal halimiz bu değil ki, pozitif olan doğal halimizde olmadıkça hem ruhsal hem fiziksel isyan başlıyor.
Ancak şu denebilir, öfke, kızgınlık, kıskançlık, utanma bunlar "normal" duygular. İnsana dair duygular. Tabi ki bunu sonuna kadar kabul ediyorum. Bazen bu duyguları yaşamak da istiyor insan, bunu da kabul ediyorum, hele o haldeyken gülmen gerekmiyor mu...”Show must go on” hali. Acısı insanın iki katına çıkıyor, çünkü bir de sahtekarlık yapıyorsun. Yeni öğrendiğim bir söz, “duygunun içinde kalmak”, duyguyu yaşamaktan daha kendi halinde bir söz, daha tek başına olma halini barındırıyor içinde, daha zararsız sanki başkalarına, kendin içinse bir keşif gibi. Bu hallerin en iyi ilacı ise benim için, içe dönmek. Biraz ortalardan yok olmak. Ortalarda olmanın zorunluluk olduğu anlar da olmuyor değil, o zaman da duygularımı kontrol etmeye çalışıyorum tabi ki… Kimseyi kırmaya hakkım yok, üzmeye hakkım yok. Kontrol edeceğim, el mecbur. Eğer seni bu duygularınla yargılamayacak insanlarla birlikteysen şanslısın “koy ver gitsin”. Bu Cumartesi oldukça karmaşık negatif duygularlaydım, kalabalık bir grup içindeydim, yüzüm asıktı, kimse beni yargılamadı, kimse beni kafaya takmadı, kimse beni iyileştirmeye, güldürmeye çalışmadı, derdime çare bulmaya çalışmadı, sessiz erken ayrılışımı kimse ertesi gün sorgulamadı, tabi ki göz göze geldik ve benim aldığım sadece tatlı bir gülümseme oldu. İşte budur duyguları normal yaşama hali.
Ayrıca retreati yöneten yoga hocamız Pınar beni can evimden vuran bir laf etti. “Duygular yargılanmaz, düşünceler yargılanır”. Bu lafı duyduğumda duygular o kadar da korkunç gelmedi. “Duygunun içinde kalma, onu tanımaya çalışma” Tanışık olduğunda kaçmıyorsun o zaman. Ne doğru. Ancak duyguları oluşturan ya da var olanı tetikleyen düşünce, işte onu yargılarım. Sorarım gerek var mı, yok mu? Bana faydası var mı, yok mu? Düşünce bir enerji değil mi? Peki nereden geliyor? Aslında zihin, kontrol etmem gereken düşünceyi üreten zihin ve düşünce onun eseri. Çöp düşünce, gereksiz düşünce. Hoşuma giden bir söz daha duydum, "duygular kalpten, düşünceler beyinden". İşte çare ortada "denge":-) İkisinin iletişimi...
Duyguyu olduğu gibi kabul etmek, hem kendin için hem başkası için ve ürettiğin düşüncenin ne olduğunu fark etmek, negatif ise düşünce onu pozitife çevirmek, gerçek benliğinin özelliklerine, sevgiye, huzura ve neşeye yakın olmak ve sonuç olarak iyi hissetmek. Gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak evrene uyumlu olmak. Bilip de yapamadığımız olur mu? Bal gibi olur, o zamanda kendine anlayışlı olmak.

5 Aralık 2013 Perşembe

“Stres” iş hayatının olmazsa olmazlarından oldu artık. İşe vardığınızda, ay sonuydu yıl sonuydu, yetişecek raporlardı yok çalışanın motivasyonuydu vs. değil sadece sorun olan, örneğin işinize gitmek üzere kapıdan çıkılınca trafik ile başlıyor stres. Büyük şehirde olanlar için bu durum çok daha acıklı. Hiçbir şey kontrolümüzde değil, kontrol edemediğimiz her şey ise çalışma hayatında stres sebebi oluyor. Koşuların zor olduğu bir gerçek ancak eğer her şeyi bırakıp da doğada kendine yeten sistemler kurarak yaşama şansımız yok ise stresimizi azaltmanın yöntemlerini bulmak konusunda ilk başta kendimize sonra da birlikte yaşadığımız insanlara karşı sorumluyuz. 

Bizler, başkaları yapıyor diye inanmadığımız uygulamaları yaptığımızda asla sonuç alamıyoruz. Çünkü inanç olmadığında aralanmış kapı da yok, kapı olmayınca geçit yok. Tosluyorsun duvara. Gerçek inanç sistemimizi sorgulamak yerine, olanı biteni suçlamak da kolay geliyor insana. Neden kapıları aralamak konusunda kendimize şans tanımıyoruz ki?

“Günde iki dakika ile stresi nasıl azaltırsınız” konulu HBR makalesini kaleme alan Greg Mckeown yıllarca birlikte çalıştığı Bill Reilly’nin deneyimini azimli ve yetenekli bireylere örnek olması amacıyla paylaşmış. Benim de çok hoşuma gitti ve sizinle paylaşmak istedim. 

Uzun bir zaman stres ve içindeki endişeleri giderme konusunda çeşitli yollar deneyen Bill’in en sonunda kendisine basit ve etkili, ayrı ayrı yapılınca da yararı olan ama birlikte olduğunda çok daha etili olan, ona Apple yöneticilik kapılarını açan beş araçtan bahsediyor bu makalede. Bunlar Bill’in el yordamı ile, kendi deneyimlerinden yola çıkarak buldukları şeyler olsa da her aracın sonuna yazar o konu ile yapılan bilimsel araştırmaları da eklemiş.

NEFES. Önce, iş yerinde her masasına oturduğunda üç derin nefes alıyor, bu uygulamayı alışkanlık haline getirdiğinde de bunu birkaç dakika daha uzatıyor Bill. Rahatlamasına yardımcı olan bu yöntemi uyguladığında çok daha sabırlı ve soğukkanlı olduğunu fark ediyor ve nefes egzersizlerini günde yarım saate çıkarıyor. Derin nefes egzersizleri binlerce yıldır yoga uygulamalarının bir parçası olarak bilinir ancak bu yenilerde Harvard’s Massachusetts General Hospital’ın bir araştırması ile nefesin stres ile başa çıkma konusunda pozitif etkisi olduğu resmen ortaya konulmuş.

MEDİTASYON. Meditasyonu ilk duyduğunda, bu Bill’e hippileri çağrıştırmış. Ancak Steve Jobs, Oprah Winfrey gibi meditasyon yapanları duyunca cesaretlenip günde bir dakika ile başlamış. Beden taramasına dayalı olan meditasyonunu, ayak parmaklarından başına kadar bedeninin her bölümündeki enerji ve zihnine odaklanarak yapmaya başlamış.  Harward ‘da yapılan son araştırmalarda 8 hafta boyunca meditasyon yapanlarda, beynin öğrenme ve duygusal ayarlamaları yapan gri hücrelerinde artış gözlemlendiği görülmüş. Diğer bir deyişle meditasyon yapanlar duygu kontrolü ve beyin gücünü arttırabiliyor. 

DİNLEME. Meditasyon yaparken konsantre olduğu gibi, başkalarını dinlerken de onlara yoğunlaşır ise  etkileşimin çok daha fazla olduğunu bulmuş Bill. Bu dinleme şekli karşısındaki kişi ile ayrı bir bağ oluşturmasına sebep olmuş ve birden hayatın daha anlamlı ve zengin geldiğini hissetmiş. Bu konuda makalede, Profesör Graham Bodie’nin deneysel notlarında dinlemenin, olumlu bireyler arası iletişim davranışı (positive interpersonal communication behavior) olduğundan bahsediliyor.

SORGULAMA. Bu başkalarını değil zihninizin yarattığı düşünceleri sorgulama. Zihninizin bir düşünce yaratması onu doğru kılmaz. Bill kendisinde “Bu düşünce doğru mu?” sorusunu sorma alışkanlığı yaratmış ve bundan emin olmadığında da bunun geçip gitmesine izin vermiş. “Zihninize bir fikir ortaya atıp yoluna devam ettiği için teşekkür edin. Bunu, daha önce ben de olmayan bir rahatlama kapağı ve negatif düşüncelere bir çıkış noktası yarattığı için özgürleştirici olarak görüyorum” diyor. Bu konuda Byron Katie ( The Work’un kurucusu) ise negatif düşünceleri bastırmak yerine, onları bilmenin gücünü kendi deneyim ve araştırmalarının gösterdiğini söylüyor. Doğru olduğuna inandığımız şeyleri göz ardı etmeye çalışmak yerine, sorgulama yapmak düşüncelerimizle yüz yüze gelmemizi sağlıyor ve doğru olmadıkları için onları önemsizleştiriyor. 

AMAÇ. Bill “amaç ile yaşam”a kendini adamış. Yaşam amacı gibi değil bu daha basit. Her ne yapıyor ise amaçlı (purposefully) yapıyor. TV seyretmek istiyor ise gerçekten TV seyrediyor ya da bir yemek yiyecek ise bundan zevk alarak yiyor. Bill’in bu deneyimini destekleyen bir de araştırma var. Bilgi işçilerinin bir saat içinde 36 kez e-maillerine baktıklarını tespit edilmiş. Sonuç tabi ki stresin artması . Yapılan her eyleme bölünmeyen dikkati vermek sizi anda kılıyor ve bu deneyimi dolu dolu yaşamanızı sağlıyor.

Hayatlarımızdaki karmaşaya basit çözümler yaratabilmek, zihinde neler olup bittiğini fark etmek, başka açılardan bakabilmek, biraz zaman ayırmak ve yeni alışkanlıklar oluşturmak…ÖZGÜRLEŞMEK:-)

2 Aralık 2013 Pazartesi

Nehir Olup Akmak

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 23:35 | 1 Yorum

Bugün bir nehir oldum ben
Sessizliğin içinde kendi sesi ile akan
Karanlığın içinde parıltılarımı saçıp
Göğsümde kabulü kucakladım ben

Ağarmasını beklerken günün
Yoluma düşen kaya ile dost oldum 
Akmaya izin aldım, gülümsedim
Ve gururu yaşadım 

Bugünlerde yaşadıklarım nedense böyle dökülüyor kelimelere..Kendimi bir nehir gibi düşünüyorum, engellerimi ise yoluma düşen bir kaya. Hayat ne kadar dinamik ve asla dur durak bilmiyor. Hep bir uğraş, yeni bir heyecan, şüpheli bulutlar, peşi sıra onları dağıtan güneş ve gök kuşağı ile mucizeye tanık olmak. Bir karnaval içinde yaşıyoruz. Ya gürültü itiş kakıştan rahatsız olacağız ya da renklerin kendisi olup kortejde eğleneceğiz. Özgürce:-) 

24 Eylül 2013 Salı

Aynı yerde kalmak insan doğasına aykırı

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 00:29 | 1 Yorum

İstikrarlı olmak zordur. Hep çizgiyi muhafaza etmek, yönünü korumak. .İnsan dalıveriyor ve sapıyor yolundan, bir uyarı cihazı da yok ki “biiip” ötsün sen sapınca. İste onun için hedeflerle çalışmak, onları yazmak, gözünün önünde tutmak ve her zaman kontrol etmek önemli ama daha önemlisi o hedefi bulmak, sana ait olanı, seni besleyeni. Ve üzerinde düşünüp kafa yormak, şekil vermek, işlemek, yaratmak, çoğaltmak ve paylaşmak.

16 Temmuz 2013 Salı

Hep Sevgili Kalalım-Fatma Torun REID

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 02:01 | Yorum Yap

Bazı kitapları okurken, yazara yakınlık duyar, onu tanıyormuş hissine kapılır ya da açıp telefonu, kendimi tanıtıp tatlı bir sohbet için kahveye davet etmek isterim. İşte "Hep Sevgili Kalalım" kitabını okurken de aynı şey oldu. Bir hikaye kitabı ya da roman filan değil. Aile ve çiftler terapisinde klinik çalışmalar yürüten uzman psikolog “Fatma Torun REID” tarafından yazılmış kendisinin psikoterapi çalışmalarından örnekler verilerek yazılmış bir kitap. 

Gözü korkutan bir cümle kurduysam özür dilerim, yanlış anlaşılmak istemem zira anlatılan her olay, onu izleyen gözlem ve sonuçlar öyle tatlı bir dille anlatılmış ki, romantik desem yeridir. Aktardığı vakalarda seçilen kişiler ya da ilişkiler kendi içinde çok özel ve farklı farklı olayları anlatsa bile, kendinizden ya da ilişkilerinizden bir parça illaki buluyorsunuz.
Çocukluğumuzun ilk üç yılının ve ergenlik dönemimizin bitmemiş işlerini nasıl bugüne taşıdığımızı, daha doğrusu bugünün sevgili, eş ve evlat gibi önemli ilişkilerine nasıl taşıdığımızı anlatıyor. Geçmişin bitmemiş işlerini tamamlamamıza yarayacak eşlerimizi nasıl seçtiğimizi anlatıyor.
Eşimi düşündüğüm zaman, ikimizin bazı karakter özelliklerini, hayata bakış açımızı, alışkanlıklarımızı... kuzey ve güney gibiyiz. Nasıl oldu da birbirimizi seçtik, nasıl oldu da aşık olduk evlendik ve nasıl oldu da iyi kötü zamanlarla 20 yılı devirdik. Ben bu kitabı okurken bu soruların hepsinin cevabını buldum. Boşlukların yani derin çukurların, yığılmış tepelerin, yollar açmak için sökülüp açılmış ağaçların, yolları kesen barikatların farkına vardım. Bana eşimi seçtiren neydi sorusunun cevabını buldum. Bu rahatlatıcı, düşündürücü ve aslında umut verici, çocukken birden abla ya da ağabey olduğunu farkına varıp büyümek gibi. Bilinmeyenin bilinir olduğunda kendine duyduğun güven gibi.
Hep sevgili kalabilmek gerçek anlamda kendini bulabildiğin zaman ama bunu birlikte yapabildiğin zaman mümkün. Fatma Torun hep sevgili kalabilmenin bir tavır meselesi olduğunu söylüyor. Kişinin birlikteliği yürütme niyeti, yapılan gayreti görmesi, kendine, diğer insanlara ve dünyaya sevgi penceresinden bakabilme özelliği diyor. İşte o zaman "Murat Özgül" tarafından hazırlanmış o kitap kapağında olduğu gibi kurumuş onca yaprağın içinde hala baharı yaşayan yemyeşil iki yaprak gibi kalıyorsun.
Okurken kızımı da çok düşündüm, tamamlayamadığı neler var acaba ilerde ilişkilerine taşıyacak olduğu? Hem kendimiz hem de geleceğe hazırladığımız evlatlarımız için okunacak bir kitap.

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Seminerin adı; "Bir Kirpiye Nasıl Sarılırsınız?"

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 14:46 | 3 comments

Dün akşam, bana ismi oldukça ilginç gelen bir seminere katıldım.
Seminer konusu: ”Bir kirpiye nasıl sarılırsınız.?”

Kirpiler sevimli hayvanlardır tamam da sanırım sarılmak pek hoş olmaz onlara, ne de olsa dikenleri batar ve acı verir. İlanı görünce etrafta ne de çok kirpi gibi dikenleri olan insanlar var diye düşündüm. Nedir bakalım başa çıkmanın yolu derken bir sürpriz oldu ve kendimi en baba kirpi ilan ettim çünkü, Yogesh Sharda nın saydığı tüm kirpi özelliklerinde kendimi de gördüm.. Çok da zalim olmayacağım kendime, kirpilik hallerimin çok nadir ve kısa süreli oluyor. Bu gibi kirpi durumlarında ben genellikle ortalıklarda pek görünmemeyi tercih ederim. Bilirim batacağımı başkalarına hele en yakınımdakilere. Zor insan oluveririm onlara.

İlişkilerde, karakter özellikleri bize uymayan insanları kirpi olarak değerlendirdiğimiz konuşuldu. Mesela çok ciddi ve titiz tabiatımız var ise hayatı o kadar da ciddiye almayan kişiler bize göre kirpi olur ya da tam tersi. Düşündüğüm zaman bu tip farklılıklara tolerans göstermem kolay oluyor benim, kirpilik yapmıyor, dikenlerimi batırmıyorum. Benim derdim daha başka.

Kirpileştiğim durumlar daha çok hayal kırıklığı yaşadığım durumlar. Dün akşam neden hayal kırıklığına da uğradığımız konuşuldu. Beklentilerimizin karşılanmadığı durumlarda hayal kırıklığı ile incinmişlik hissediyoruz dendi. Ne kadar da doğru. Bir beklenti oluşturuyorum yani aslında bir “hayal”. Sadece ve sadece benim zihnimde. Onu evirir çevirirken, üzerine yoğunlaşırken öylesine inanıyorum ki kendi ürettiğim hayali, beklentiyi gerçek sanıyorum. Buraya kadar sorun yok, sorun o beklenti gerçekleşmediğinde oluşuyor. Bir kirpi oluveriyorum. Bu dönüşümde en çok zararı da ben görüyorum. Ah o pişmanlık var ya batırınca dikenlerimi, üzünce başkalarını, hayal kırıklığından beter çünkü dikenler en çok beni acıtıyor. Reçetesi ise “beklentilerine olan bağımlılıktan kurtulmak”. Bir yerde özgür olmak, hafif olmak, kendine dönük olmaktır. Bağımsızlık mertebesi ise yüksek bir ruhsal seviye gerektiriyor. İçine dönüp bakan, ben kimim sorusuna cevap arayan kişilerin gayretidir hep bu mertebeyi korumak.  Hepimize nasip olur inşallah. Aklımızın kilitleri açık olsun, gerçekle hayali ayırt etme gücümüz olsun.

Sevdiğim bölümlerden birisi de şu oldu. “Olan oldu, durumu unut. Dersini al ve geleceğe sadece onu taşı.” Neden? Çünkü daha güçlü bir yaşam için olanlardan ders almak. Bu durumda kendimiz için yaratabileceğimiz iki seviye var. Birisi her şeyin olup bittiği seviye bir diğeri ise, her durumun altında aslında ilerleyebileceğim bir ruhsal sebebin olduğunu bildiğim seviye. Ve ruhsal sebeplerde mutlaka bir erdemimizi ortaya çıkarmak için oradalar. Örneğin affedicilik, kararlılık, güven, sabır, istikrar..vs.

Bir de ödevimiz vardı, her hafta bir erdemle ilgili düşünmek ve çalışmak. Zihnin olumluluk ile çalışması için ona iş vermek ve böylece düşünce enerjimizi bir üst seviyeye taşımak.Çünkü “bütün hayatımız düşünce enerjimizi nasıl kullandığımızın yansıması”..


Zihne ödev vermek isteyenlere kolay gelsin.

7 Temmuz 2013 Pazar

Ekümenopolis

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:00 | 1 Yorum

Derler ki fareler adamın kulağını uyurken üfleye üfleye yermiş. İşte uyanıp da kulağımızı kemiren fareyi fark etmemiz için büyük emekle hazırlanmış bir belgesel. Saraybosna Film Festivali'nden İnsan Hakları Ödülü ile dönen "EKÜMENOPOLİS - Ucu Olmayan Şehir".. Rant peşindeki siyasetçilerin elinde didik didik edilen bir buket çiçek İSTANBUL.. 3. Köprüyü çevrecilerin şımarık kaprisi diye nitelendiren, gözlerini sımsıkı yummuş olanlara uyanış için güzel bir belgesel.

Avrupa'yı Asya'ya bağlayacak karayollarının adımını atmak uğruna bu köprüyü yapacağını söylüyor Başbakan. 3. Köprünün transit geçişi alarak köprülerde rahatlama yaratacağını savunanlara ise İTÜ İnşaat Fakültesi Profesörlerinden Sn. Haluk Gerçek, transit trafiğin toplam trafik içindeki payının %3 bile olmadığını belgelere dayanarak söylüyor. 

9 Haziran 2013 Pazar

Zorunluluk olarak mı? Sevgi ile mi?

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 13:24 | 2 comments
BK Kadikoy facebook sayfasından
BK Kadıkoy facebook

Hayatta ki rollerimize baktığımızda, anne olarak, evlat olarak, vatandaş olarak, çalışan olarak, arkadaş olarak, çok doğaldır ki yapmak zorunda olduğumuz çok fazla şey var. İstesek de istemesek de bir sorumluluğumuz varsa bunu yerine getiririz. Öyle gördük, öyle de beklenir.  Zorunluluklar bazen gözümüzde büyür, sırtımızda kambur olur, hayatımızı zorlaştırır. Sadece kendi zorunluluklarımız olsa içimiz gam yemez, bir de el alemin zorunluluklarındadır gözümüz, işte bu da kamburun kamburudur bize.

7 Mayıs 2013 Salı

Seçmece rüya:-)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 10:53 | 1 Yorum

2 Nisan 2013 Salı

Pollyanna'ya laf ettiler, kanıma dokundu:-)

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 13:02 | 2 comments

Hepimizin bildiği Pollyanna oyunu vardır, oyunu “her olayın içinde mutlaka iyi olan bir tarafını bulmak ve ona odaklanıp sahip olduğun neşe ve hayat enerjisini kaybetmemek, üstelik öyle ki bunu başkalarına da bulaştırmak” şeklinde tarif edebiliriz.
Geçenlerde bir sohbet esnasında arkadaşlarımdan birisi hikayenin içinde geçen Pollyanna’nın koltuk değnekleri ile yürürken bile bunun iyi bir tarafını bulup onunla mutlu olması ile alay etti. Bu arkadaşım kendisini “gerçekçi” olarak tanımlıyor. Vallahi kanıma dokundu, benden bir parçaya laf etmişler gibi geldi. Bu arada Pollyanna’nın hikâyesinin akışını anımsamaya çalıştım, bir de baktım ki aslında unutmuşum. Evet, ben çocuk kitabı Pollyanna’yı bu yaşımda yeniden okudum. Bu kafamla bile hala ben bir Pollyanna’cıyım.

29 Mart 2013 Cuma

Özenildiğimiz ve özendiğimiz nice günler olsun.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:23 | 1 Yorum

Henüz oy verme hakkına kavuşmuş ama daha tam yetişkin olamamış yaşlarımda bir arkadaşımın evindeyim, akşam yemeği yenecek ve evde annesinin hazırlık telaşı var. Olan her neyse şahit olup olmadığımı hatırlamıyorum ama baba ve annenin arası oldukça bozuk ve hatta annesinin gözlerinin yaşlandığını, babaya kırgın olduğunu, iki kardeşin annelerini haklı bulup da babalarına kızdıklarını hatırlıyorum. Bizler sofra kurulurken ortalıkta yardım ediyor, biraz da hava yumuşasın diye şaklabanlık yapıyorduk. Sofrayı kurarken bardaklardan bir tanesi takımdan farklı ve küçüktü. Arkadaşım babaya kızgın olduğu için takım dışı bardağı babasına koydu, hatta aramızda bunun için gülüştük. Kendimize göre ceza verdik yani. Artık yemeğe oturacağız, havada hala soğuk yeller esiyor, anne son kontrolleri yapıyor artık yemeği getirecek, sofraya baktı ve babanın tarafındaki takım dışı  bardağı alıp kendi önündekiyle değiştirdi. Bir an birbirimize bakıştık ve arkadaşımın sesi geldi “ben biliyordum”. Yaptığımız kabahati onlarla paylaşmadık ama ben hiç unutmadım bu dersi. Bu özendir. Bu eşin yakasına paçasına, nasıl göründüğüne özen, yani gösterişlik özen değil, gerçekten sevdiğine gösterdiğin özendir. İlla eş, sevgili de olması gerekmiyor ki bu özen için çünkü bu sevginin özeni, belki de sevgiyi getiren, onu sıkı sıkı tutan özen.

Özenildiğimiz ve özendiğimiz sevgi dolu nice günler olsun.

24 Mart 2013 Pazar

Kadın kokusu filmini seyrettim.

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 12:11 | Yorum Yap
Al Pacino Kadın Kokusu Filmi
Kadın Kokusu Ünlü Tango Sahnesi

Kadın kokusu filmini seyrettim. Daha önce seyretmiştim ama unutmuşum. Sanırım üzerine düşünmediğim bazı şeyler gibi filmlerin üzerine de düşünmez ve konuşmazsam unutuyorum. 



Seyreden vardır ama kısa bir hatırlatma yapayım. Ailesi bir ufak şehirde bakkal olan çocuk, ABD’nin ileri gelen kolejlerinden birinde burslu olarak okumaktadır, Noel de ailesinin yanına gidebilmek için bilet parası biriktirmek amacı ile şükran günü tatilinde bir yetişkine hafta sonu refakat etme işini kabul eder. Refakat edeceği kişi aksi, kör ve başına gelenlerden kendini sorumlu tutan (Al Pacino), bu sorumluluğun altında ezilen, hayat amacını yitirmiş emekli bir subaydır. Bu sırada okulun zengin ve şımarık çocuklarının yaptığı uygunsuz bir olaya şahit olur, okul müdürü ona yapan arkadaşlarını ispiyonlaması için baskı yapar hatta eğer söylerse kendisini Harvard’a önerdiğini ve bunu muhafaza edeceğini söyler, yani şantaj yapar, düşünmesi için de birkaç gün verir. Bizim oğlan şükran günü tatilini bu aksi asker emeklisi ile hiç beklenmedik olaylarla karşılaşarak geçirir. Her iki kahraman da birbirlerinden çok şey öğrenirler. Çocuk asla sahip olduğu değerlerden ödün vermez, okuldan atılma pahasına ispiyonculuk yapmaz, bu arada kör adamın da sorumluluğunu almıştır bir kere, her ne uygunsuz durum olursa olsun onu ailesine teslim edinceye kadar bırakıp gitmez. Yani değerlerin ve sorumluluk sahibi olmanın timsalidir. Geçirdikleri zaman zarfında hayatından vazgeçmiş olan bizim aksi asker de yitirdiklerinin dışında sahip olduklarının değerini fark eder ve hayata bağlanır. En sonunda ikisinin işbirliği ile okulda ki uygunsuz durumda giderilir çünkü esas olan onurlu yaşamdır.
Tabi bunlar film ama yine de insan kendi hayatından parçalar buluyor, ya da kendi hayatına ekleyecek şeyler. Her ne pahasına olursa olsun değerler ile hareket edildiğinde, yaşamın o parçasına uymasa da o an için yapılanlar, vicdanın ibresi doğru yeri gösterdiğinde insan hafif oluyor. Mutluluğu da hep hafiflikle tarif ederim ama şimdi bu tarife bir de vicdanın ibresi eklendi.
Herkese göre değişen vicdanın ibresi benzer topluluklarda genelde “evrensel ilkeler” çerçevesinde az kaymalar ile aynı noktayı gösteriyor. Az kaymalar ise bizim değerlerimizdeki farklılıklardan kaynaklanıyor. Bu farklılıklar bizi biz yapan farklılıklar. Farklılıkların kabulü ise yine bizi hafifleten unsurlar. Bir de başkalarının ibresi ile uğraşmaktan vazgeçsekJ



















Bizi en çok onurlandıran değerlerin her kararın, her tavrın, her davranışın arkasında olması bizi doğru kılıyor, vicdanın ibresi şaşmıyor böylece. Ama ya zora gelince? İşte yaşadığımız "hayat sınavı" bu. İbre şaştı mı hayat hiç gecikmiyor cezayı kesmek için.



















Bir kez daha düşüneyim beni ben yapan değerlerimi ve bir kez daha bakayım davranışlarım onlara göre mi? İbre şaşmış mı?

9 Şubat 2013 Cumartesi


Fili Yutan Boa Yılanı-Küçük Prens
Anneler babalar isterler çocukları ana yoldan yürüsün, büyüdüklerinde yani akılları başlarına geldiğinde kendilerine uygun yan yola sapsınlar ve orada edindikleri ana yol bilgisi ile ilerlesinler..İşte bizim evin halleri bu sıralar..Seçilecek meslekle ilgili yapılan tartışmalar ve kafası karışan kızım. Renkli, sosyal, kolay ilişki kurabilen, kendine güvenli, ezberi sevmeyen, okuduklarına farklı yorum getirebilen, farklı bakış açıları sergileyebilen, otursun çalışsın yerine çıksın eğlensin, söz dinlesin yerine başına gelsin acı çeksin ders alsın türünden bir genç. Ben bu karaktere avukat ol, işletme oku, mühendis ol ana yoldan yürü sonra istersen yan yola sap diyorum. Bunları okursan gazeteci de olursun, reklamcı da olursun, TV programı da yaparsın, kültür moda politika dergilerinde editörlük de yaparsın, sen kendini garantiye al diyorum. Medya iletişim, medya görsel sanatlar senin kafanı meşgul eden konular olmasın, buralarda okursan yeteneklerini ziyan edersin diyorum, sonra ekliyorum, sen yaratıcı, yetenekli, resim, müzik, sanat konusunda harikalar yaratabilecek bir çocuksun. Seçiminin sonucu okulu bitirince, kaypak ortamlarda, ödün vererek çalışmanı isteyecek kimseler seni yıldırabilir diyor, onu koruyorum.

Eğer kendi yoluna gidersen kazıya kazıya kendi emeğinle bir yere gelinceye kadar yorulacak, üzülecek, parasızlık çekeceksin, yılacak ama eminim tekrar farklı yollar deneyeceksin. Bu aşamalarda sana maddi destek sağlayacak imkanlarım, sana yükselmeni sağlayacak ve seni kaypak zeminden kollayacak ilişkilerim olsaydı, ana yolda yürü, kendini garantiye al, ne olur ne olmaz der miydim? Yoo tabi, garanti benden olunca, sen istediğini yap, seni sen yapan özelliklerini, yeteneklerini istediğin yerde kullan diyecektim. Neyi garantiye aldım ben, kendi anne-babalığımı mı?

Sen özgürsün benden..Gerçek seçimini yap. Yaptığın seçimin bedelini bil. Her insan gibi başarı senin en büyük itici gücün, razıysan peşin peşin bu bedeli ödemeye, ne seçiyorsan onu seç. Sen şapkayı değil hep fili yutmuş boğa yılanını gören olarak kal. Kendim için sana dayattığım senaryoları değil, kendi senaryonu yazan ol. Tek dileğim benim,bu senaryo da mutlu son:-)

25 Ocak 2013 Cuma

Tarih hocam ağlattı bugün beni..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 15:53 | Yorum Yap
İstanbul Modern kütüphanesindeyim. Kardeşim müzeyi dolaşırken ben de bir rapor hazırlıyor ve mesajlarımı kontrol ediyorum. E maillerimin arasında bana günlük ilhamlar veren “daily thought”u öylesine beğeniyorum ki bugün Facebook’ tan yayınlamaya karar veriyorum.

Şöyle diyor “Bilgi güneş gibidir nerede parlarsa orada güç hissedilir. Ruhsal konularda bilgi sahibi olursunuz ama onları hareketleriniz ile ortaya koymadıkça gücünü hissedemezsiniz. Haydi bugün sahip olduğumuz bilgiyi kullanıp gücünü hissedelim ”.
Birkaç gündür aslında konsantre olmam gereken şeyler varken, kafamın dağınıklığı sebebi ile nasıl odaklanamadığımı düşünüyorum. Kapatıp gözlerimi çerçöp temizliğini iki dakikada yapıyor ve yenileniyorum

Facebook açılınca kötü olan şey bir göz gezdirmeden edememek, düşüyorum yine tuzağa. Geçen haftadan beri Uğur Mumcu’nun haberleri, onunla ilgili yazılar, meşhur Dikili konuşması hep dolandı durdu. Açamadım yazıları çok istesem de, sadece hatırladıklarım gezindi kafamda. Şimdi aşağılara indikçe mesajlarda sevgili tarih hocam Ayfer Çekiç’in paylaşımını açamadan geçemiyorum. Yazıda 10 yaşındaki bir kızın gözünden görüyorum o kap karanlık yılları, şimdiki aydınlığa dudak bükerek. Otuzlu yaşlarını yaşadığını söyleyen Özge’ye koşup sarılmak, çocukça kabullenişini bağrıma basmak istiyorum.Okumak istereniz link burada.

Allahtan sessiz ve gözden ırak bir köşedeyim, sadece gözlerim değil akıp duran,  artık burnum da devrede, çılgınca çantamda olmayan mendili arıyorum. 

15 Ocak 2013 Salı

Pusula nereyi gösteriyor

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 20:05 | Yorum Yap



Değerlerimizle yaşamak doğrudur da yeniliriz bazen içimizdeki öfkeye

Eğitim gruplarından birisinde çok tatlı bir bayanla tanıştım. 20 kişilik bir gruptu ve yaş aralığı genişti. Güzel, neşeli bir sabah oturumunun ardından öğle yemeğine çıktığımızda, yemeğim elimde yer ararken gözlerim ona takıldı, içinden gelen doğal gülüşü ve masaya daveti ile yalnızlığım geçiverdi. Birlikte yediğimiz öğle yemeğini evlatlarımızın tutumları, aile sevgimiz ve ilişkilerimiz ile yemek tariflerimiz süslese de sonunda sohbet yine iş yeri şikayetlerine geldi. İş yerindeki köklü değişimler sonucu maddi manevi yaşanan hoşnutsuzlukları dinledim.

Değişime kolay kolay ayak uydurmak, çok yönlü bakmak çoğu defa zaman alır her iş yerinde. Yılların alışkanlıklarından , rahatından vazgeçmek kolay mı? 


Yemek boyu dinledim kendince uğradığı haksızlıkları, unvanlardaki adaletsiz dağılımı, onca emeğin boşa gittiği, inancını ve kendini sistemin dışında nasıl hissettiğini.. Tüm bunlar, kuruma karşı olan inancıyla birlikte katkı isteğini de azaltmış. Bunu açık açık ifade ediyor.  O kadar içten döküldü ki kelimeleri..”Benim yerime dünkü çocuk getirildi, bana kibirle ve saygısızca davranıyor bir de utanmadan gözümün içine bakıyor ona bilmediklerini öğreteyim diye. Kızgınım, kırgınım öğretmeyeceğim”. Hem kuruma hem de kendisine saygısızlık ettiğini düşündüğü genç çalışana tepkili. Sustum bir şey söylemedim, sadece ona gülümsedim. Gözlerinden okudum, benden ona hak vermemi istediğini. Baktı ki tepki yok, “nasıl davranayım sence” diye sordu. “Koşulları, iş yerindeki olumsuzlukları, o kişinin kibirli davranışını bir kenara bırak, böyle olmasaydı nasıl davranırsın? Şimdi gözünün önüne getir iş yerini,çalışma mekanınızı ve sana uygun, düzgün koşullarda sor bu soruyu kendine. Bildiğini paylaşıp öğretmek, yardım etmek ister misin?" Gözleri pırıl pırıl, her halinden yardım severlik, hayata bağlılık fışkıran, kendimi yakın hissettiğim Ayşe, bir an durdu, omuzları düştü, gözleri uzaklara gitti ve sonucu gördü. O da bana gülümsedi. Bir an teslim bayrağını kaldıracak sandım ama içindeki reaktif devreye girdi. “Yok yahu Zeynep içimden gelmiyor benim” dedi. Daha fazla konuşmadık ama bildik ikimizde neyin doğru olduğunu.
Değerlerimiz, ilkeler, işte bize yol gösteren pusula. Eğer pusulayı dikkate almazsa, tecrübeli kaptanlarında bir gün karaya oturacağı aşikar. Hava kapalı da olsa, fırtına dalga sallasa da gemimizi, gözümüz de kalbimiz de pusulada olsun.
Değerli günler:-)

12 Ocak 2013 Cumartesi

Ben insanları seviyorum..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 19:56 | 4 comments

Benim twitter listemde genellikle arkadaşlarım, gazeteciler, kitap yazarları, quotes atan siteler var. Aslında bir alışkanlık değil bende twitter, sadece arada sırada aklıma geldiğinde boş kaldığımda, vapurda, otobüste baktığım bir vakit geçirme aracı. Attığım twitlerde sadece kendi blog yazılarımla kısıtlı.

Birkaç zaman evvel retweet edilen mesajlarda çok hoşuma giden üzerinde düşündüğüm bir twit almıştım, sonra da kim atmış aslında bu twiti diye baktım ve gönderdiği diğer mesajlar hoşuma gittiği, beni gülümsetip bazen de düşündürdüğü için takip etmeye başladım. Bugün bir sürpriz oldu ve sessiz sedasız, attıklarını zevkle izlediğim o kişi de beni izleme listesine ekledi. Yani çok fazla paylaşım yapmadığım için hayal kırıklığı yaratmam olası. Belki de bir gün gerçekten karşılıklı sohbet edeceğim bir arkadaşlık bile kurabilirim onunla, kim bilir? Belki de twitter raconu gereği seni ekleyeni sende ekle durumu vardır, olsun varsın.

Ben insanları seviyorum, yeni dostlukları seviyorum. Tanımadığım kişilere gülümsemeyi seviyorum, tanımadığım kişilere ilham vermekten mutlu oluyorum, onları dinlemekten zevk alıyorum. Görmediğim arkadaşlarımı özlüyor ve sadece özlediğim için sebepsiz arıyorum. Demet bana bir gün “nasıl bu kadar yeni insanı hayatına sokabiliyorsun, bir de onlara nasıl vakit ayırıyorsun” diye sormuştu. Düşündüğümde bunun için özel bir çabam olmuyor aslında, kendiliğinden izliyor her şey birbirini. Herkes de öyle güzel değerler var ki, sıkı sıkı kapatsalar bile kendilerini bazen, o değerleri görmek ve  izlemek var olduklarını muhteşem.

Bankadan emekli olduktan sonra bir süre eğitimler vermiş sonra işlerin değişik şekilde gelişmesi ile ara vermek zorunda kalmiştım ancak ben yine eğitim danışmanlığı işime geri döndüm. Yeni insanlarla tanışıyor, onlara ilham veriyor ve onlardan ilham alıyorum. Sadece kendi yaşadıklarımdan değil başkalarının da yaşamlarından da öğreniyorum. Onların şikayet modundan çıkıp, çözüm üreten moda geçtiklerini izlemeyi, tanıdığım tanımadığım kişilerle işbirliği yapmayı seviyorum. Paylaşmayı çok seviyorum, faydalandığım ne varsa herkes de faydalansın istiyorum. Herkes mutlu olsun, ben de mutlu olayım istiyorum.

Hepimize doğamızda var olan mutluluğu ve sevgiyi her nefes alışımızda hissetmeyi diliyorum:-)

5 Ocak 2013 Cumartesi

Hepimize ödüllü günler..

Gönderen zamandegerlidir.blogspot.com 17:25 | 2 comments
Bir gün uyanmış, elleri boş. “Almışlar” elindekileri..Düşünmüş, ne vardı elimde demiş?

O anda insan çıplak mı hisseder? Ağır mı hisseder? Bomboş, soğuk  bir arazide mi hisseder? Sağa sola gidilecek yollara bakar, çalılar, taşlar, çakıllar, nasıl da çekilmiş sadece onun için serilen halılar.  Kıpırdayamaz, batmasın ayaklarına dikenler, acıtmasın çakıllar. Oturur oturduğu yerde bekler gelsinler diye. Oysa uzaktadır onu sevenler. Seyreder o, açık hava araba sinemasında kocaman ekran karşısında ama ne patlamış mısır var ortada ne de kola. O kocaman perde de oynar onun da içinde olması gereken film. Görüntüler gelir geçer, perde ona el sallar, oyuncular “gel,gel” der, candan yürekten. O sadece yok der kafayı hafifçe yukarı kaldırır, dudaklarının kenarları aşağı çekilir. “Yok ben oraya gelmek için bu dikenleri çakılları geçemem, canım acımasın benim”.

Bedel ödemek esastır bu dünyada, öyle böyle ödersin. Yürürsün dikenli yolda, girersin filmin karesine, unutursun acıyan yerleri, bakarsın yaralar hatta izler  yok olmuş.

Can acısıysa cesaretin bedeli, özgürlüktür onun ödülü.

Hepimize ödüllü günler.

Sayfa Görüntüleme